5
Yorum
12
Beğeni
5,0
Puan
270
Okunma
İmkansızlığın zirvesinde yaşarken, halimize şükrettiğimiz günler,meğer ne tatlı günlermiş..
Bir zamanlar hayat daha güzel, daha sade, daha sessiz ve daha yavaştı. Ama o sessizliğin içinde insanın içini dolduran bir huzur vardı.
Ne çok şey sığardı bir öğleden sonra mahallesine…Bir teneke kutunun içine sıkıştırılmış hayaller, salçalı ekmekle kurulan dostluklar, yırtık lastik topun etrafında dönen mutluluklar…
Çocukluk, her sabah ezanıyla başlardı. Uyandığımızda içeri dolan serin hava, annemizin sobaya attığı ilk odunla ısınmaya başlardı. Banyoda sıcak su yoktu, ama soğuk suyun alnımıza çarpan tazeliği bizi güne bağlayan ilk şeydi.
Okula gitmek bir görev değildi; sanki bir yolculuk gibiydi. Siyah önlüğümüzü giyip beyaz yakamızı takınca sanki küçük birer memur olurduk.
Temiz görünmek, annemizin emeğine saygıydı.
Okul yolu uzundu, ama yol boyunca yapılan sohbetler o yolu kısaltırdı.
Bir arkadaşın anlattığı fıkra, bir başkasının cebindeki ceviz ya da misket…
Bunlar bir araya gelince dünya küçülürdü. Sınıfa girince öğretmenin yüzüne saygıyla bakardık. Öğretmen dediğin baba gibiydi; bir bakışıyla susar, bir tebessümüyle cesaret bulurduk.
O zamanlar eğitim sadece kitaplarda değildi. Hayat, sokak, oyun, hepsi birer öğretmendi.
Hey gidi günler...
Mahalle bakkalı bir dünya demekti. Veresiye defteri, bakkal amcanın hafızasında tutulurdu. “Sonra veririm” deyince kimse arkasından laf etmezdi.
Güven, enflasyondan daha kıymetliydi o günlerde.
Ve gazoz... Buzdolabında bekletilmezdi. Serin değildi belki ama her yudumu serinlik verirdi insana. Bir gazozun kapağını açarken çıkan o “pısss” sesi, yaz mevsiminin habercisi gibiydi.
Televizyon her evde yoktu. Birkaç evde olurdu ve komşular toplanırdı ekranın önüne. Sandalyeler getirilir, yerde minderler serilir, herkes aynı ekrana bakardı. TRT’de ne çıkarsa izlenirdi. O programlar bizim hayal dünyamızı genişletirdi. Sadri Alışık’ın hüznüyle tanışır, Kemal Sunal’ın gülüşüyle neşelenirdik.
O zamanlar ekran küçüktü ama sevinç büyüktü.
Hey gidi günler...
Misafirliğe gitmek bir etkinlikti. Önceden haber verilmeden gidilirdi. Ev sahibi ne varsa ikram ederdi; bir çay, belki bir tabak kurabiye…
Ama asıl kıymetli olan o evdeki samimiyetti. Halı eskimiş olurdu, koltuk örtüsü lekeli belki ama kalpler tertemizdi.
Sohbet uzadıkça içilen çayın tadı da değişirdi. Birinci bardak yorgunluğu alırdı, ikinci bardak muhabbeti başlatırdı.
Akşam olduğunda sokak lambaları yanarken biz hâlâ dışarıda oyun oynardık. “Saklambaç”, “körebe”, “yakan top”... Her oyunun ayrı bir heyecanı vardı.
Kavga olursa ertesi gün unutulurdu. Çünkü biz küs kalmayı beceremezdik. Dostluk, dargınlıktan daha güçlüydü.
Bir de büyükler vardı… Dedeler, nineler… Onların yanında oturmak bile bir terbiyeydi. Dede bir hikâye anlatırken çocuk susardı, nene bir dua ederken başlar eğilirdi.
Şimdi her şey çok konuşuluyor ama az dinleniyor. O zamanlar kelimeler azdı ama anlamlar derindi.
Hey gidi günler…
Radyoda arkası yarınları beklerken, Zeki Müren’den şarkılar dinlerdik,
Sadri Alışık ve Kemal sunal filmleriyle gülüp kahkaha atardık...
Kötü kalpli babadan dayak yiyen, zavallı gariban sezercikle ağlardık,
Malkoçoğlu Cüneyt’le galeyana gelip cesaretlenirdik, Şener Şen’ le sahtekarlığın daniskasını yaşarken, İlyas Salman’la saf Anadolu çocuğunu bulurduk.
Tarık Akan’la fakir ama gururlu olduğumuz filmleri izlerken, her filmde tecavüzcü Coşkun’a küfürler ederdik...
Cem Karaca’nın o tok sesine hayran olduğumuz, Neşe karaböcek’le aşkı bulduğumuz, günler...
Hey gidi günler..
Tanımadığımız sanatçıları dinlerken, henüz kim olduğunu bilmediğimiz yıllarda,
Özay Gönlüm’le yareni tıngırdatırken ruhumuza işleyen ezgisiyle kendimizden geçerdik,
Yerli Elvis, Büyükburç’la coşardık, Bülent Ersoy’un sesine hayran olurken, çilesine soluğumuz yetmezdi. Ve maalesef kadın olduğunu, yeni öğrenmiştik, Ümit Besen’le nikah masasında kalmıştık,
Arabesk dinlemek için kaset satın aldığımız, saçımızı Ferdi Tayfur usülü uzatıp,
Bol paçalı pantolonların yanında, yumurta topuklu ayakkabı giydiğimiz günler,
Hey gidi günler...
Siyaset arenasında tartışma olurken, sağcı ve solcunun birbirine tahammül ettiği.. Herkesin mert olup, kalleşliğin olmadığı günler...
Demirel’in şapkasını alıp giderken, tekrar geri geleceği günleri saydığı, ve ‘’dün dündür, bugün bugündür’’ dediği,
Karaoğlan’ın bir gün ansızın gelip, Kıbrıs semalarında güvercin uçurtup, özgürlüğe meydan okuduğu,
Halk; yağ, şeker kuyruğuna girerken, yine de isyan etmeyip şükrederdi,
Eğmeğin yirmibeş kuruş olduğu, bakkaldan leblebi tozu aldığımız ve İki bisküvi arasına lokum koyduğumuz..
Elmalı şekerlerle teselli olduğumuz gazoz içerken hayal kurduğumuz, günler...
Hey gidi günler..
Arabeskli akşamların sabahına uyanırken, Orhancı, Ferdici dolmuşların yarıştığı,
Barış Manço’nun eşeklerle arkadaş olup, sarı çizmeli Mehmet ağaya hesap sorduğu,
Necip Fazıl’ın çilesiyle henüz yeni tanıştığımız ve zindandan Mehmed’e mektup yazdığımız.
Cahit sıtkı’nın otuzbeş yaş şiirinde maalesef yolun yarısı olmadığını, kırkaltı yaşında öldüğünü öğrendiğimizde çok şaşırdığımız.
Orhan Veli’nin gözyaşlarına dokunamayıp, kelimelerin kıfayetsiz olduğunu anladığımızda çok geç olduğu...
Ahmet Arif’le her şiir için zindanlarda içkence çekerken yine de pes etmediğimiz...
Halikarnas balıkçısının baba katili olduğunu, öğrendiğimizde hayal kırıklığına uğradığımız.
Köle Izavra’nın müziğine hayran olduğumuz, Kristof Kolomb’la hayal kurarken, Sadun Boro’yla dünya turuna çıktığımız, Oğuz Aral’ın Gırgır sayfalarında gezerken, Avanak avniyle tanıştığımız günler..
Hey gidi günler...
Saat kurup, sabahın erken saatinde kalkıp, uykulu gözlerle Muhammet ali’yi izlerken,
Demir yumrukla hayaller kurduğumuz...teknoloji fakiri olduğumuz bir çağda, hayalimizde bile ilkelliği yaşardık.
Uçan teyyareyi uzay mekiği sandığımız, Şehirlerarası otobüslerde, seyahat ederken, sigara dumanından zehirlendiğimiz,
Taksilerin henüz sarıya boyanmadığı.. dolmuşların arkasına fotoğraflar yapıştırıldığı, yeni elbiseyi bayramdan bayrama gördüğümüz, radyoda arkası yarın hikayelerle avunduğumuz ve para bulursak ayda bir sinemaya gittiğimiz,
Babamız görmesin diye ders kitabı arasında teksas tommiks okuduğumuz..günler...
Hey gidi günler...
O günlerde, Dünya çok daha yavaş dönüyordu, insanlar daha sabırlıydı. Dostluk kolay kurulurdu. Mahallede herkes birbirinin çocuğunu tanır, anneler birbirine “komşu” değil, “bacı” derdi. Kimsenin kapısı kilitli değildi, çünkü herkesin kalbi açıktı. Cep telefonu yoktu ama herkese ulaşılabilirdi.
Hey gidi günler…
Her şey o kadar farklıydı ki. Fakirdik belki ama eksik değildik. Paylaştığımız her şey zenginlikti bizim için.
Şimdi herkesin elinde bir telefon var ama kimse kimseye bakmıyor. Oysa biz göz göze konuşur, sözle değil hâlle anlaşırdık.
O günlerde mutluluk, bir dilim ekmeğe sürülen salçaydı. Soğuk bir kış sabahında sobanın başında kuruyan çoraplardı. Bayram sabahı alınan yeni ayakkabılarla uyuyamamaktı. Komşunun çocuğuna verilen bayram harçlığı, kendi kardeşine gösterilen bir sevgiydi.
Bugün baktığımda, o günlerde kaybettiğimiz hiçbir şey yoktu. Ama şimdi baktığımda, o günleri kaybetmişiz gibi geliyor. Kalabalıklaştık ama yalnızlaştık. Konuştukça uzaklaştık. uzaklaştıkça konuşamadık...
Her şey bir yana, en çok da insanın insan olduğu günlerdi.
Dostun dost, sözün söz, gözün göz olduğu günler…
Ve ben her şeyin içinden geçip geriye döndüğümde,
bir ses yükseliyor içimde:
Hey gidi günler…
Ne içtendi,
Ne güzeldi,
Ve çok özlendi…
O günlerde, belki imkanımız yoktu..
O günlerde, her kapıda araba yoktu..
O günlerde, hırsızlık, haksızlık yoktu...
O günlerde, insanları aldatmak yoktu...
O günlerde, komşusuna eziyet yoktu...
O günlerde, dostluk vardı, arkadaşlık vardı...
O günlerde, samimiyet vardı, dürüstlük vardı...
O günlerde, sözler senet hükmündeydi...
O günlerde, saflık, temizlik ve masumiyet vardı...
O günlerde, insanlardan bir insan olmak vardı...
O günlerde, belki hiçbir şeyimiz yoktu...
Ama şükrümüz vardı, kanaatımız vardı...
Ve herşeye rağmen mes’ud ve bahtiyardık...
Hey gidi günler...
...andelip...
5.0
100% (4)