4
Yorum
23
Beğeni
5,0
Puan
467
Okunma


Elini sıkı sıkı tutmuş… Daha büyük bir elin içinde kaybetmek ister gibi minik elini… Çok güçsüz, çok eksik kalmasın diye; bu koca koca ellerin, bedenlerin, binaların ve başka şeylerin arasında… Var olmak için daha büyük bir şeyin parçası olmak istiyor sanki.
Annesi mi yoksa, o büyük elin sahibi? Eğer öyleyse küçük kızı götüreceği yer emin bir yer o zaman demek ki… ‘Anne’ ve ‘güvenilir olmak’ eş anlamlı olmayabiliyor bezen gerçi. Ama bir genelleme yapacak olursak, herhangi birine göre bir anne çok büyük bir ihtimalle; evladını onu tehlikeye sokacak, kötü hissettirecek bir yere götürmez.
Bu kadın da gayet makul görünüyor. Giyimi, tavırları, hatta ayaklarını yere basışı bile evladına eziyet etmekte mahzur görmeyen annelerin gezindiği o tehlikeli sınırdan çok uzaklarda yol aldığını gösterecek kadar âşinâ, anneliğe yakışır bir yerde…
En küçük bir sesin, bir kıpırtının bile belirginleştiği, her şeyin her zamankinden çok daha fazla var olduğu bu ikindi saatlerinin dinginliğinde küçük kızına bahsettiği şeyi balkonumdan rahatlıkla duyabiliyorum… Ve duyduklarım da bu görüşümü fazlasıyla destekleyen cinsten…
“Bugün olmaz. Akşama dayınlar gelecek. Hazırlık yapmam lazım. Ama yarın bütün gün bizim… Nereye istersen gideriz.”
“Ama ben bugün gitmek istiyorum!” diyor küçük kız galiba. Gerçi onun sesi annesi gibi bu yukarı kat balkonuna ulaşacak kadar net duyulmuyor. Bedeni ve elleri gibi sesi de tek başına var olamayacak kadar güçsüz… Ama mırıltı düzeyinde de olsa bir itirazı barındırıyor yine de içinde. Bir duygu varsa bir yerlerde, ille de bir vasıta buluyor kendine… İlle de “beni duy” diyor.
Küçük kız bugün gerçekleşmesini istiyor bahsedilen şeyin. Tipik bir ‘çocuk - yetişkin çatışması’ örneği sunarak; istediği şeyin önüne dikilen barikatlara tüm varlığıyla meydan okuyup, daha şimdiden “ben de varım” diyor.
Bu çetrefil durum kim bilir önlerindeki günlerde kaç kez ana kızı karşı karşıya getirecek? Anne, kızının var olma yolunda attığı adımları sessiz sevinç çığlıklarıyla içinden can-ı gönülden desteklerken; bir yandan da “hayatın gerçekleri diye bir şey var, her zaman istediğimiz şeylere ulaşamayabiliriz” mesajını aktarmaya çalışacak biriciğine.
Aslında koşulları zorlayıp gerçeği esnetebilecekken; sırf küçük kızı yıllar sonra günün birinde yolunun bir noktasında, “yanlış bir yerdeyim” demesin diye; o noktaya ulaşmasını önleyecek sınırlar koyacak önüne… Ama yine de ara sıra da bu düzenin dışına çıkacak tabii, o kadar da değil! Yatılı okul müdiresi değil ya… Bazen de dolu dolu şımartacak kızını… Yerine göre tavizler verecek. Suratındaki minicik bir gölgeyi en büyük düşmanı sayacak, onu oradan kovmak için ne gerekirse yapmaktan kaçınmayacak.
Tülay’ın ağlamaklı yüzü aklıma geldi birden. Nebahat Teyze de şu tipik annelerden olabilseydi keşke… Kimi zaman yatılı okul müdiresi kıvamında; kimi zamansa dünyanın en yumuşacık, evladına zerre kıyamayan, nazlı nazenin kadını…
Tutarlılık ile sevginin eninde sonunda çatıştığı bir an ille de geliyor; eğer ki o sevgi ummanlar kadar derinse… Nebahat Teyze’ninki göl misali bir sevgi belki de. Ucu bucağı besbelli, nerede sonlanacağını belirleyen kesin sınırları olan…
“Şöyle sıkı sıkı sarmalamadı beni bir kez olsun!” demişti Tülay, hıçkırıkları arasında bir keresinde. Çok fena kavga etmişlerdi. “Neden diğer anneler gibi olamıyorsun?!” diye haykırarak kapıyı çarpıp çıkmış, en büyük dert ortağına, yani bana gelmişti. Kapı komşusuyduk. “Sen olmasaydın bunu bile yapamazdım.” demişti can havliyle içeri atarken kendini. “Hiç değilse bu özgürlüğüm var. Kapıyı çekip çıktıktan sonra gidebileceğim bir yer’im…”
Aslında Nebahat Teyze’nin bu dediğim dedik tavrının sevgisinin derinliğiyle ilgisi olduğundan pek de emin değildim. Ben ve Tülay nasıl aynı ölçütlerle değerlendirilemeyecek kadar farklı koşullarda yaşıyorsak; annemle onun annesi de aynı şekilde o farklı koşullara ve ölçütlere tabiydi.
Üniversitede okuyordu Tülay. Daha birinci sınıftaydı. Başında kavak yellerinin estiği, kanının en deli aktığı yaşlardaydı yani. Bense üniversiteyi bitireli seneler olmuştu. Mezuniyet sonrası hemen işe girmiştim. İş yerindeki koşturma, ödenecek faturalar derken esintileri hissetmez olmuş, daha bir sağlam basmaya başlamıştım yere… Faturaların, kredi taksitlerinin maaşın ne kadarına karşılık geldiğini hesap etme gereği duyabilecek kadar başka bir yerden bakıyordum hayata artık… Geçenlerde bir vitrinde görüp bayıldığım ama dudak uçuklatacak fiyattaki çantanın ‘çakma’sını nerede bulabileceğime kafa yoruyordum. Her anlamda yere sağlam basıyordum yani.
Ayrıca Tülay’larla aramızda başka bir farklılık da vardı: Nebahat Teyze’nin annem gibi ev hanımı olmaması… Bir bankada çalışıyordu. Bütün gün işte koşturduktan sonra eve döndüğünde yemekmiş, ütüymüş; onlarla uğraşıyordu bir de… Bedenen de, ruhen de epey yorucu bir hayatı vardı yani.
Tabii bütün bunlar onunla kızı arasındaki bu durumu anlatmakta yetersiz kalan şeylerdi. Çalışan bir kadın olmanın gerçek bir anne olmayı engellemediğini gösteren o kadar çok örnek vardı ki! Teyzem de çalışıyordu mesela… Ama kızı Şeyda’yla arkadaş kıvamındaki muhteşem ilişkisini kıskandığım çok olmuştu. Gece yatısına onlarda kaldığım bir gün daha yakından tanık olmuştum bu duruma ve “keşke arasıra annemle ben de böyle hiç sakınmadan, her konuda konuşabilsek” diye icimden geçirmiştim. Ama anneciğimin şefkatli kucağında dönüştüğüm küçük kızda kaybolup hayattan kaçtığım o sıcacık anları hatırlayıp hemen sıyrılıvermiştim bu ruh hâlinden.
Sonuçta aramızdaki bu farklılıklar Nebahat Teyze’nin kızına karşı takındığı mesafeli tavra sağlam bir dayanak oluşturmaktan çok uzakta kalıyordu.
Ama durumu belki de açıklayabilecek, tüm bunlardan çok daha önemli bir fark vardı aramızda: Tülay’ın parçalanmış bir ailenin çocuğu oluşu… Bu, zamanımızda her ne kadar çok sıradan bir durum olarak görülse de açtığı yara zaman mekan tanımıyor, derinliği hep aynı ölçüde oluyordu.
O yara hep kalpte bir sızı şeklinde zuhur etmiyor, farklı farklı şekillerde, mesela öfke olarak da belirebiliyordu. Örneğin, benim babam “filanca saatte evde olacaksın” derken aynı şeyi Tülay’a söyleyen bir baba hâli hazırda ortalıkta bulunmadığından; onun yerine annesi bu görevi yerine getirmek durumunda kalıyor, olmayan babanın yerini doldurayım derken farkında olmadan anneliğinden çalıyordu. “Dediğin saatte dışarıda olamazsın!”diyordu mesela. Bunu söyledikten sonra da “sevdiğin kurabiyeden yaptım, getireyim mi” diyemiyordu tabii. Tatlı, yumuşacık bir sesle söylenecek türden şeyleri aksettirmeyecek bir barikat olup aralarına dikiliveriyordu çünkü, az önce örmek zorunda kaldığı o duvar.
Zaten son zamanlarda aralarındaki çatışma da genelde böyle konulardan çıkıyordu hep. Aynı söz bir babanın dudaklarından dökülürken kazandığı anlamdan çok farklı bir yere gidiyordu, bir anne söylediğinde. Bunu anlatmaya çalıştım Tülay’a, konuşmalarımızdan birinde. Aramızda böyle sakınmadan konuşmama olanak verecek kadar bir yaş farkı olduğundan; ara sıra fikirlerimi belirtmekte sakınca görmüyordum. O da rahatsız olmuşa benzemiyordu hiç. Hatta can kulağıyla dinlediğini bile söyleyebilirim. İşte onun bu tavrından cesaret alarak o sözleri söylemiştim o gün.
“Kadıncağız ne yapsın?! Birinden birini seçmek zorunda… Ya anne olacak, ya da baba… Sen gecenin yarısı arkadaşlarınla bir mekanda eğlenmek istediğinde ‘hayır, gidemezsin’ diyen bir baban olsaydı evde; şu an çok farklı şeylerden konuşuyor olurduk. Nebahat Teyze büyük bir ihtimalle dünya tatlısı, yumuşacık bir anne olur; seni sevgisiyle, ilgisiyle boğardı bile belki. Hatta babana duyduğun öfkeye hak verir, seni yatıştırmaya çalışırdı.”
İtiraz sözcükleri beklerken derin bir suskunlukla karşılaşınca; gözlerimi yüzüne çevirdim, cevabı verecek bir ipucu yakalayabilirim orada belki, diye. Beklediğimi de buldum: O manidar gülüşte yakaladım cevabı. “Keşke o kadar basit olsaydı” diyordu, dudağındaki küskün kıvrım… Ve sorun’un bahsettiğim türden şeylerle sınırlı kalmayacak kadar derin olduğunu, üstelik benim de bunu bildiğimi…
Kızı için endişelenen bir annenin, o telaşe içinde ihlal ettiği sınırlarla; o sınırları canhıraş savunan, kimliğinin bir parçası olarak gören yeni yetme kız çatışmasından çok ötelerde bir yerdeydi aralarındaki bitmeyen gerilim.
Tülay daha sekiz, dokuz yaşlarındaydı, bu apartmana taşındıklarında. Yani ‘genç kızlar ve anneleri’ arasındaki o gerilimli dönemin çok öncelerinden beri tanıyordum onları… Sınırlarını savunmak gibi bir derdi olmadığı, geceleri erken saatte sütünü içip uyumaya odasına gittiği o zamanlar da Nebahat Teyze’nin ona yaklaşımında büyük bir fark göremiyordum maalesef, o günlerden sahneleri gözümün önüne getirdiğimde. Öylesine sevecen bir bakış, durduk yerde sarıp sarmalama, kızının bir sözüne karşılık verdiği esprili bir cevap… “Seni seviyorum” diyen herhangi bir şey… Hiçbiri yoktu o sahneler içinde.
Kitaplığımın raflarından birine takılan bakışlarını takip ettim; tam ortamı yumuşatacak, buraya gelmesinin en baş nedeni o ferah nefesi getirecek bir şeyler söyleyecekken… Rafta annemle sarmaş dolaş bir küçüklük fotoğrafım vardı; Tülay büyülenmiş gibi ona bakıyordu. Konuşmama gerek kalmamıştı.Taptaze bahar havası odaya dolmuştu bile.
5.0
100% (7)