7
Yorum
25
Beğeni
5,0
Puan
357
Okunma

Sancar köyünde her şey, sabah ezanından önce uyanan tek bir adamla başlardı. Çoban Yusuf.
O, güneşin yüzünü göstermediği saatlerde uyanır, keçilerini alır, köyün üst tarafındaki Karaçalı Dağı’na doğru tırmanırdı. Geriye sadece izmarit gibi bir iz bırakırdı: toprağın sıyrılmış yumuşak yüzeyinde, sol ayağı hafif aksayan bir yürüyüş çizgisi.
Köy kahvesi bu saatte hâlâ kapalı olurdu. Ama herkes bilirdi ki Yusuf’un her sabah dağa çıkarken kahve kapısının eşiğine fısıldadığı bir şey vardı.
Ne söylediğini duyan olmamıştı. Ama yıllar önce sabah ezanında kahveye girip hiç çıkmayan bir sarhoşun, çobanın fısıltısıyla kahvenin penceresinin buğulandığını söylediği söylenirdi. O günden sonra kahve pencereleri, içeride kim olursa olsun hep buğulu kalmıştı. Kışın da, yazın da.
Bir sabah, Yusuf yine erkenden keçilerini alıp yola çıktı. Ama bu sefer farklı bir şey vardı. Gökyüzü, mavi değil. Gri değil. Bildiğin, hiçbir renk değildi. Sanki gökyüzü, birinin unuttuğu eski bir rüyadan yapılmıştı. Keçiler bu sabah tek sıra hâlinde ilerlemek yerine hep birlikte sağa sapmıştı. Dağın öte yüzüne doğru...
Yusuf, itiraz etmedi. Oysa bilirdi: dağın öte yüzü, hiçbir keçinin geri dönemediği yerdi.
Sancarlar’da buna “Gölgeyle Göç” derlerdi.
Ve çoban, o sabah kendi gölgesini geride bırakarak yürümeye başladı.
---
Çoban Yusuf dağın öte yüzüne keçileriyle birlikte yürüdü gitti, ama o sabah kahveye gelen ilk kişi olan kahveci İsmet, kapıyı açtığında yere uzanmış uzun bir gölge buldu eşikte. Bedeni olmayan bir gölge.
"Yusuf... sen misin?"
Pencere buğuluydu yine. Ama bu sefer dışarıdan.
Köy kahvesi, o sabahtan sonra sanki dışarıdan bakılan bir rüya gibi oldu. Herkes içeri girip çayını içerdi ama çayın tadı yoktu artık. Nargile köpürmezdi. Tavla zarları yuvarlanmadan düşerdi. Ağa Halil bile kahvenin köşesindeki sedirde sessizce oturur, camın buğusuna bıkmadan bakardı.
Ta ki... bir gün, Emine kahveye gelene kadar.
Kimse görmemişti daha önce Ağa’nın gelinini kahvede. Kadınlar kahveye uğramazdı Sancarlar’da. Ama Emine geldi. Teni, rüzgâr gibi serin; bakışı, yas gibi derindi.
Hiç konuşmadı. Kahveci İsmet’in önüne bir düğme bıraktı.
İsmet baktı: Bu düğme Yusuf’un ceketindendi.
“Kaybolmadı,” dedi Emine. “Sadece gitti. Ben de onu bulmak istiyorum.”
Ağa Halil o gün kahvede yoktu. Ama ertesi sabah, kahveye gelen herkes kapıda bir not buldu.
Kurumuş yapraklara eski yazıyla kazınmıştı:
“Bir çoban, bir gelini dağa götürürse,
Geriye sadece gölgeleri kalır."
Emine, Aksaklar’a gelin geldiğinde daha on yedisindeydi. Gelinliği sırtında bembeyaz değil, kireç taşına çalmıştı rengi. Ağa Halil’in karısı olmak, Aksaklar’da süt gibi konuşulurdu. Temiz, pürüzsüz, damakta tortu bırakmayan bir hayal gibi... ama Emine için, o ev taş duvarlı bir suskunluktu.
Ağa’nın konağı köyün en yüksek yerindeydi ama içindeki kadın, en derinde yaşardı.
Yusuf’la ilk defa taş fırının arkasında karşılaştı. Kadınlar sabah erken hamur yoğururken, erkekler dağa çıkar, çocuklar su taşırlardı. Ama o gün, Emine tek başına ekmek dizmişti fırına. Etek ucuna yapışan külü silerken birinin onu izlediğini hissetti.
Kafasını kaldırdığında Yusuf’u gördü. Sırtında keçi postu, gözlerinde gün doğmamış bir sabah vardı. Hiç konuşmadılar. Ama Yusuf’un bakışı, Emine’nin içini ateşle değil, sessizlikle yakmıştı.
O günden sonra Emine, hep sabahın en erken saatine talip oldu. Fırına ilk o gelirdi. Yusuf da keçilerini çıkarmazdan evvel mutlaka oradan geçerdi. Selam yoktu, kelime yoktu, ama ekmeğin kabuğu çatladığında içinden çıkan buhar gibi, bakışlarında bir yakınlık sızıyordu.
Bir gün Yusuf yere bir taş bıraktı. Üstünde kömürle çizilmiş tek bir sözcük vardı:
“Unutma.”
O gece Emine, Ağa Halil’in odasında çıplak duvara uzun uzun baktı. Gözlerini kapattığında Yusuf’un gölgesi, taş duvara düşüyordu. O gölge, hiçbir kocanın koynuna sığmazdı artık.
Yıllar geçti. Geceler, aynı evin içinde yabancılaştı. Emine her sabah biraz daha Yusuf’un sustuklarına âşık oldu. Aşk, ne fısıldandı, ne yakalandı. Ama bir sabah Emine taş fırına gitmedi.
O gece Aksaklar’da ilk kez rüzgâr güneyden esti. Ve fırının arkasındaki duvarda biri kömürle yazmıştı:
“Birini seversen, onu sustuğu yerden tanırsın.”
Ağa Halil her gün kahvenin en köşe sedirinde oturur, çayını içer, konuşmazdı.
Ama o gün ilk kez kendi kendine konuşmaya başladı.
Kahveci İsmet, sobaya odun atarken duydu:
“Ben onun gözlerini ilk gördüğümde dedemin atının gözleri geldi aklıma.
Bir şey saklayan değil, bir şey taşıyan bir bakıştı.
Ama taşıdığı bana değilmiş.
Yusuf’a gidermiş, ey kahpe kader...”
İsmet, fincanları silerken arada bir gölge kıpırdadı sandı sedirin kenarında.
Halil başını kaldırmadan konuştu:
“Sana diyorum Yusuf.
Gölgen buradaysa, bedenin nerededir?
Yalnızlığımı alıp da nereye gittin?
Emine...
O gece karısı Emine’yi takip ettirmişti bir uşağına.
Ve öğrenmişti. Taş fırının arkasındaki sessizliği.
Çobanın gölgede bıraktığı aşkı.
Ama Halil’in içi öfkeyle değil, başka bir şeyle dolmuştu: Yenilgiyle.
Çünkü Ağa Halil, Emine’ye hiçbir zaman susarak âşık olamamıştı.
“Ben sustuğumda duvar olurum,
O sustuğunda şiir olmuş.
Nasıl yarışılır şiirle?”
O akşam, kahve kapanırken, İsmet, pencereye bir şeyin yazıldığını gördü.
Kendi buğusundan çıkan bir yazıydı. Kimse yazmamıştı, ama oradaydı:
“Ağa olmak, kalbe hükmetmek değildir.”
Ay, o gece gökyüzünde yoktu.
Köy, yalnız gölgelerin yürüyebildiği bir karanlığa gömülmüştü.
Emine, eski bir bohçaya üç şey koydu:
Bir Yusuf’un bıraktığı taş,
bir kara fistan,
bir de evlenirken boynuna takılan nazar boncuğu,
Yusuf, dağın eteklerinde bekliyordu. Keçiler sessizdi. Rüzgâr da yoktu.
Ama o gece, dağ başka kokuyordu.
Toprak, sır saklayan bir mezar gibi.
Rüzgâr, bir annenin sus pus bakışı gibi.
Hiç konuşmadılar. Yürüdüler.
Ayağı aksayan Yusuf, Emine’nin elini tuttuğunda ilk defa elleri titremedi.
Dağın öte yüzü, yıllardır kimsenin gitmediği bir yerdi.
Söylentilere göre orada zaman dururdu. İnsan gölgeye dönüşmeden yaşayamazdı.
Ve o gece…
dağın yamacında, bir kayanın altına gizlenmiş eski bir taş kapı buldular.
Taşa kazınmış yazı, Yusuf’un ilk bıraktığı kelimeydi
Unutma.
Kapıyı açtıklarında, içeriye yıldızlar doldu.
Gökten inen yıldızlar değil,unutulmuş yıldızlar.
Bir zamanlar dilek tutulmuş ama yarım kalmış yıldızlar.
İçeri girdiler.
Ve Yusuf’un gölgesi, Emine’ninkiyle birleşti.
İki ayrı insan, bir tek karanlığa dönüştü.
Köye bir daha dönmediler.
5.0
100% (5)