1
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
222
Okunma
Deniz gözlüm derdi ona sevdiği , geçemediğim denizim. Sevdalıydı şiire , şair derlerdi o şehirde kendisine. Tesadüf müydü, kader mi, bilinmez , Çanakkale’ye geldiği ilk gün, Boğaz’ın mavisinin, adını taşıdığı o uçsuz bucaksız sudan daha derin, daha hüzünlü bir mavi olduğunu fark etmişti. Saat Kulesi’nin altında, Cumhuriyet Meydanı’nın kalabalığında kaybolmuşken, ilk hissettiği şey, rüzgarın, kemiklerine işleyen serin dokunuşu ve ona karışan tuz kokusuydu. Sanki şehir ona, “Hoş geldin,” derken bir yandan da, “Hazır ol,” diye fısıldıyordu. Hazır ol… Aşka, hüzne, sonsuz bir akışa.
Kordon boyu, onun mabediydi. Sabahın ilk ışıkları Seddülbahir tarafından süzülürken, o, bir banka oturur, defterini dizlerine koyardı. Önünde, Çimenlik Kalesi’nin silueti, arkasında ise şehrin uyanışının gürültüsü. Ama onun dünyasını saran, martıların çığlıkları ve dalgaların kayalıklara vurduğu anda çıkardığı o içli ‘Şak’ sesiydi. Beyaz kanatlı devriyeler, havada asılı kalır, gözleri yiyecek ararken bile bir hüzün taşırdı sanki. Şair, simit parçalarını havaya fırlattığında, bu hüzün bir anda çılgın bir kavgaya, kanat çırpışlarına, gaklamalara dönüşürdü. O an, defterine şunu karalardı:
“Martılar aç! Ben de…
Aşkın kırıntılarına...
Rüzgar, sayfaları hışırdatır, tuzlu nemi mürekkebe karışırdı. Yağmur ansızın geliverirdi. İncecik, Çanakkale yağmuru. Islatmazdı sadece örtüverirdi her şeyi ince bir tülle. Şair, yağmurdan kaçmazdı. Kaldırıma oturur, sırılsıklam olmayı beklerdi. Seyrelmiş saçları alnına yapışır, gözlüklerinin camı buğulanırdı. Yağmur damlaları, denize düşmeden önce, kaldırım taşlarında, yapraklarda, martı tüylerinde küçük bir dans yapardı. Her damla, ona bir dize getirirdi:
“Yağmur, Boğaz’ın gözyaşları mı?
Yoksa rüzgarın, sevgiliye dokunamayan elleri mi ıslatan?
Damla damla süzülür kalbime,
Her biri… o günün anısıyla ağır…”
“O” gün… Kimdi ? Neydi ? Şehrin dedikodusu farklı şeyler söylerdi: Genç yaşta yitirdiği bir sevgili mi ? Hiç kavuşamadığı tutkulu bir aşk mı ? Yoksa Çanakkale’nin kendisi miydi kayıp sevgili ? Bilinmezdi. Ama izleri, Kilitbahir’in eteklerindeki eski taş evlerin duvarlarında, Aynalı Çarşı’nın daracık geçitlerinde, Dardanos sahillerindeki yalnız rıhtımlarda hissedilirdi. Sanki şair, bu şehri, kaybettiği sevgiliyi arar gibi adımlardı. Her köşe başı, her deniz manzarası, ona bir mısra, bir hüzün, bir iç çekiş fısıldardı.
Akşamüzeri, feribotların en yoğun saatleriydi. Lapseki’ye, Gelibolu’ya gidip gelen dev beyaz gemiler, Boğaz’ın sakin sularını yararak, derin bir uğultuyla geçerlerdi. Şair , Yalı Hanı’nın önünde, bir çay ocağının iskemlesinde, sigarasının dumanını rüzgara savururken onları izlerdi. İnsanlar koşuşturur, hayat bir yandan öte yana akardı. O ise hareketsiz, akışın ortasında duran bir taş gibiydi. Feribotların çaldığı düdükler, ona iç geçirtirdi. Defterine yazardı:
“Gidiyor… Geliyor…
Ama kimse durmuyor.
Ben durdum.
Belki de o feribotla gitti,
Bir daha dönmeyen seferiyle…
Boğaz, benim durağım artık,
Son iskeledeyim,
Gidip te dönmeyecek son gemiyi beklerken…”
Hava karardığında, rüzgar keskinleşirdi. Poyraz, artık serin değil, delici olurdu. Şair montunun yakasını kaldırır, Kemalpaşa Caddesi’nin aydınlık vitrinlerine bakarak yürürdü. Vitrinlerdeki ışıklar, sıcak hayatların parıltısı gibiydi. O, hep dışarıdan bakandı. Bir meyhanenin önünden geçerken içerden gelen kadeh şıkırtıları ve kahkahalar, ona uzak bir mutluluğun sesleri gibi gelirdi. Başını öne eğer, hızlanırdı. Yağmur yeniden başlarsa, damlalar yüzünde gözyaşlarıyla karışırdı. Kimse anlamazdı ağladığını...
Geceleri, genellikle Deniz Müzesi’nin önündeki iskelede bulunurdu. Şehir ışıkları suda titreşir, Truva Atı silueti, loş bir dev gibi uzanırdı kıyıda. Balıkçı tekneleri, karanlıkta sallanırdı. Şair ’in tek arkadaşı, belki de yalnızlığının en samimi tanığı, bir sokak lambasının soluk sarı ışığıydı. O ışık altında, defterine son dizelerini karalardı. Dalgaların sesi, ona eşlik eden bir ritimdi. Bazen, içini çekerek okurdu yazdıklarını, rüzgara savururdu kelimeleri:
“Gece, Çanakkale’nin gözlerindeki kara.
Ben, o gözlerde kaybolmuş bir yıldızım.
Deniz karanlık,
Rüzgar ağıt yakar,
Yağmur… aşkın sessiz gözyaşı.
Ben bu şehirde,
Kaybettiklerimin kıyısında,
Bir martı misali çığlık atıyorum,
Boğaz’ın sonsuz mavisine…”
Sabahın ilk ışıklarına kadar oturduğu olurdu. Ta ki, ilk balıkçı motorlarının patpatları, şehrin yeni bir güne uyandığının habercisi olana kadar. O zaman, ıslak kaldırımlarda, yorgun adımlarla evine, belki de sadece başını koyacağı bir odaya dönerdi. Uyumazdı. Penceresinden Boğaz’ı seyreder, günün ilk feribotunun düdüğünü beklerdi. Yeni bir gün, yeni bir şiir, yeni bir Poyraz dokunuşu ve belki, yeni bir Çanakkale yağmuru demekti. Bu şehir, onun sevgilisi, celladı, ilham perisi ve tek sığınağıydı. Ve o, bu aşkın, bu hüznün, bu sonsuz deniz şiirinin, usanmayan kalemiydi.
Günler, Poyraz’ın savurduğu tuzlu nefeslerle, martı çığlıklarıyla ve yağmurun incecik perdeleriyle birbirine karışıyordu. Şair, artık şehrin bir parçası olmuştu. Sokak satıcıları onu tanır, sessizce bir simit uzatır, o da karşılığında cebinden çıkardığı buruşuk bir kâğıda karaladığı bir dizeyi bırakırdı. Balıkçı kahvesinin önünden geçerken, yaşlı Reis Kemal, ona bir fincan yürek ısıtan demli çay gönderirdi. “Şair oğlum,” derdi gözlerindeki bilgelikle, “kelimelerin ağları, bizimkilerden daha sağlam tutar balığı. Ama senin beklediğin başka, oğlum. Ağır gelir, yorar.” Şair çayı içer, teşekkür eder, içine dönerdi. Reis haklı mıydı ? Ruhunun ağına takılan o kayıp, onu hep derinlere, karanlık sulara çekiyordu sanki.
Kış iyice bastırdığında, Poyraz artık serin değil, kemiği donduran bir bıçak gibi eserdi. Şiar, kalın atkısına sarınır, Gelibolu Yarımadası’na bakan Nara Burnu’na giderdi. Burası, tarihin ağırlığının en çok hissedildiği yerdi. Havan topunun dev gölgesi altında, şehitliklere doğru uzanan sessiz yamaçlara bakardı. Rüzgâr burada farklı eserdi; geçmişin fısıltılarıyla, top sesleriyle, içli türkülerle karışırdı. Defterini açardı, mürekkebi donma tehlikesi geçirirdi bazen. Elleri titreyerek yazardı:
“Rüzgâr, Çanakkale’nin nefesi,
Taşıyor yüzyıllık acıyı,
Her esişte,
Conk Bayır’ından bir kahramanlık,
Seddülbahir’den bir feryat getiriyor.
Benim acım,
Bu muazzam kederin yanında,
Bir kum tanesi…
Ama rüzgâr onu da alıp götürüyor,
Şehitlerin sonsuz huzuruna karıştırıyor…”
Burada, kendi kaybı, tarihin devasa kaybının yanında küçülür, evrenselleşirdi sanki. Gözlerini kapar, Mustafa Kemal’in askerlerine seslendiği o meşhur sözleri duyar gibi olurdu: “Ben size taarruz etmeyi emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” Yaşamak da bir çeşit ölüm değil miydi? Onun yokluğunda yaşamak… Bu düşünce, içinde derin bir sızı bırakırdı.
Aynalı Çarşı’nın labirent gibi dar sokakları, şair ’in kaçamadığı bir başka durağıydı. Baharat kokuları, eski deri ve ıslak taş karışımı bir hava solurdu. Vitrinlerdeki renkli çanak çömlekler, el işi takılar, askeriyeye ait antika eşyalar… Hepsi birer hikâye anlatırcasına sıralanmıştı. Ama şair ’in gözleri, kalabalıkta kayıp bir yüz arardı. Bir omuz, bir saç teli, bir gülüş… Tanıdık bir şey. Bir gün, bir dükkânın önündeki eski bir aynaya takıldı gözü. Ayna kararmış, sırları çatlamıştı. Kendi silüetini görürken, aynadaki çatlakların arasında başka bir yüz belirdi sandı. Kalbi hızla çarptı. Yaklaştı. Sadece kendi gözlerinin derin kuyuları ve çatlakların gölgeleri vardı. Dükkân sahibi, Necati Usta, gülümseyerek seslendi:
Necati Usta: Görüyor musun şu aynayı ? Yüz yıllık. Nice yüzler gördü, nice hikâyeler. Şimdi senin yüzünü kaydetti. Bakışındaki o deniz… Çanakkale Boğazı kadar derin, o kadar hüzünlü.
Şair; (Sesinde bir titreme): Gördünüz mü ustam? Az önce… aynada… başka biri vardı sanki?
Necati Usta (Derin bir iç çekerek): Ah evlat… Bu şehirde aynalar çok şey gösterir. Bazen geçmişi, bazen hiç var olmamışı. Ama en çok da, kalbinin en derininde sakladığını yansıtır. Sen kimi arıyorsun aynada?
Şair cevap veremedi. Boğazı düğümlendi. Teşekkür edip hızla uzaklaştı. Necati Usta’nın sözleri, içinde yankılandı: "Kimi arıyorsun?" Cevabı biliyordu, ama söyleyemezdi. Söylerse, belki de sihir bozulacaktı. O yüz, o varlık, artık sadece Çanakkale’nin taşlarında, rüzgârında, yağmurunun her damlasında saklıydı.
Bir bahar günü, beklenmedik bir lodos koptu. Boraydı, denizcilerin deyimiyle. Boğaz azgın dalgalarla köpürdü, martılar çığlık çığlığa karaya kaçıştı. Yağmur artık ince bir perde değil, kırbaç gibi yağıyordu. Herkes sığınacak yer ararken, şair tam tersine, Kumkale istikametindeki ıssız bir kıyıya koştu. Koca bir kayalığın üzerine tırmandı. Rüzgâr onu neredeyse uçuracak güçteydi. Yağmur, gözlüklerini tamamen kör etmişti. Ama o, kollarını iki yana açtı. Denize, gökyüzüne, fırtınaya meydan okur gibiydi. İçinde biriken her şey , acı, özlem, çaresizlik, pişmanlık , bir volkan gibi patladı. Rüzgâra doğru bağırdı, ama sesi dalgaların gürültüsünde kayboldu. Sonra defterini çıkardı. Islanmış sayfalara, çılgınca yazdı:
“AL GİT! AL GİT HER ŞEYİ POYRAZIN KÖR NEZLESİ!
KIR KALEMİMİ, PARÇALA DEFTERİMİ,
SİL BENİ BU KIYIDAN!
AMA YAPAMAZSIN!
ÇÜNKÜ BEN,
BU ŞEHRİN TAŞINA, SUYUNA,
ONUN SOLUKSUZ HATIRASINA KAZINDIM!
BEN,
ÇANAKKALE’NİN YARALI ŞAİRİYİM!
FIRTINA SENİN,
AMA HÜZÜN BENİM!
AŞK BENİM!
KAYIP BENİM!
VE BU ÇIĞLIK…
BU ÇIĞLIK,
SONSUZA DEK
BOĞAZ’IN KARA SULARINDA
YANKILANACAK!”
Yazdıkça, ağladı. Ağladıkça, fırtına biraz daha dinlendi sanki. Yağmur hafifledi, rüzgâr yorgun bir nefese dönüştü. Sırılsıklam, titreyerek kayadan indi. Ama içi hafiflemişti. İlk defa, acısını bu kadar çıplak, bu kadar gürültülü ifade etmişti. Defter sayfası parçalanmış, mürekkep lekeleri içinde kalmıştı. Ama o dizeler, fırtınanın kendisinden daha kalıcı olacaktı.
Şair ’in oturduğu küçük, eski bir Rum evi, Kemalpaşa’nın arka sokaklarından birindeydi. Penceresi, dar bir boğaz manzarasına bakardı. Manzara değil, bir nefes alacak kadar mavi bir pencereydi. Ev, iki katlıydı. Alt kat boş ve karanlıktı. Üst katta, tek bir oda: Bir divan, yerde kitaplar ve kâğıtlarla dolu eski bir sandık, bir masa ve bir de boyalı bir sehpa. Duvarlarda, şair ’in kendi çizdiği karakalem martılar, fırtınalı deniz manzaraları ve bulutlara karışmış insan silüetleri asılıydı. Pencerenin önünde, hep aynı yerde duran bir iskemle. Burası, onun dünyaya açılan tek kapısı, kalbinin sığınağıydı.
Gecenin en geç saatinde, şehir uykuya çekilmişken, o burada oturur, Poyraz’ın camı titretişini dinler, uzaktan gelen vapur düdüklerini duymaya çalışırdı. Bazen mum yakardı. Mum ışığı, duvardaki silüetleri dans ettirirdi. Sandığın içinden, Dante ’nin Cehennem kitabı ve sayfaları arasından kırmızı el işlemesi bir mendil çıkarırdı. Bunlara uzun uzun bakar, parmaklarıyla dokunur, sonra tekrar saklardı. Kimdi ? Ne zaman ? Nasıl ? Bu sorular, Çanakkale’nin bile çözemediği en büyük gizemiydi. Sonra, mumun titrek ışığı altında, o geceki son şiirini yazardı. Genellikle kısa, ve çok ağırdı:
“Gece.
Rüzgâr, camda ağlıyor.
Ben, mumun gözyaşında,
Seni yakıyorum.
Sessizce.
Usulca.
Ta ki sabahın ilk feribotu,
Yeniden yokluğunu
Haykırana kadar…”
Sabah, mum sönmüş, mürekkep kurumuş olurdu. Şair, pencereden, günün ilk ışıklarıyla aydınlanan Boğaz’a bakar, yeni bir günün hüznünü ve ilhamını içine çekerdi. Balıkçılar denize açılır, martılar av peşinde çığlıklar atardı. Yağmur bulutları, uzakta, Gelibolu tepelerinin üzerinde toplanırdı. Ve şair, defterini ve kalbini yeniden doldurmak için, Kordon’a, Nara’ya, Aynalı Çarşı’ya doğru yola koyulurdu. Çünkü o, Çanakkale’nin kırık kalemiydi. Aşkın, hüznün, tarihin ve direncin şiirini yazmaya mahkûm edilmiş bir ruh. Ve bu şehir, onun hem hapishanesi, hem de sonsuz ilhamının kaynağıydı. Her dalga vuruşu, bir dize; her martı çığlığı, bir mısra; her Poyraz esişi, bir başlıktı. Ve o, bu şiiri, son nefesine dek yazmaya devam edecekti.
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)