0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
275
Okunma

“Hatırlanmayan Gün”
-Kazım Demir
Takvimde günler ilerliyordu ama onun için zaman yerinde sayıyordu. Bu yılın bütün günlerini evde geçirmişti. Perdeleri neredeyse hiç açmamıştı. Dışarının ışığına karşı içten içe bir küskünlük vardı gözlerinde. Geçen yıl farklıydı her şey. Sabahları erkenden kalkıyor, işe gidiyordu. Yorgun ama düzenli bir hayatı vardı.
O akşamı net hatırlayamıyordu. Bildiği tek şey, işyerinden saat 19:00’da çıktığıydı. Sonrası bomboştu.
Karanlık sokakta yürürken gökyüzü ağır bir yük gibi çökmüştü üstüne. Elinde telefon, kulaklarında bir şey çalmıyordu ama takılıydı kulaklıklar; kimseyle konuşmak istemiyordu. Kaldırımdan yola indiği an… sanki dünya yer değiştirmişti. Arkasından hızla gelen bir far patlaması, keskin bir fren sesi, ve sonra mutlak bir karanlık.
Gözlerini bir hastane odasında açtı. Başında asılı duran serum torbası, tavandaki beyaz floresan ışık… iki gün geçmişti. Komadaymış. Doktorlar, “Yaşayıp yaşamayacağından emin olamadık,” demişti. Kaza sonrası ambulansla hastaneye getirilmişti. Cüzdanındaki kimlik kartı dışında kimseye ulaşılamamıştı. Ailesi uzaktaydı. Başucunda ne bir tanıdık vardı ne de tanıdık bir ses.
Kaza anını hatırlamıyordu. Sadece bir düşüş… sonra hiçlik. Ve hiçliğin ortasında yeniden doğar gibi uyanmak.
Yirmi iki gün kaldı hastanede. Her gün aynı koridordan geçen hemşirenin ayak seslerini tanımıştı artık. Sol bacağında kırık vardı. Kaburgaları zedelenmişti. En kötüsü ise hafızasındaki o boşluktu. Kaza anı yoktu. Ne hızla gelen arabayı görmüştü ne çarpma sesini. Sanki biri o sahneyi beyninden silmişti.
Hastane penceresinden dışarı baktığında yağmur yağıyordu. Japonya’nın gri gökyüzü, odanın sessizliğini daha da derinleştiriyordu. İçinde bir şey kırılmıştı. Ama tam nerede olduğunu bilmiyordu. Sadece var olduğunu hissediyordu. O kırık, gözlerine yansıyordu. Konuşmalarında, yürüyüşünde, uykularında.
Doktorlar nazikti. Japon sağlık sisteminde alışkın olmadığı bir incelik vardı. Sessizce konuşuyor, onun dinlemediği cümleleri usulca tekrarlıyorlardı. Psikiyatri randevusu ayarlanmıştı. Ama bir sabah onu da unuttu. Koşa koşa hastaneye gitti. Randevu sabah 10:30’daydı, o saat 16:30’da yetişti. Yine de onu kabul ettiler. Bu ülkede kibarlık bazen bir can simidi olabiliyordu.
Realite’ye de gitmişti. Önce umutluydu. Ama her şey kâğıtlarda kalmıştı. Konuştu, anlattı, ağladı. Sonra geri döndü. Aynı ilaçlar, aynı sessizlik. “Kesin çözüm” dedikleri şeyin kendisi de bulanıktı.
Kazadan sonra eve döndüğünde hiçbir şey bıraktığı gibi değildi. Hazır yemekler, düzensiz alınan ilaçlar, ağrıyan bacaklar… Her şey yavaşlamış, ağırlaşmıştı. Sokağa çıkmak korkutucu bir eylemdi artık. Arabaların sesi, çarpma anını hatırlatmıyordu belki ama beden bir kere düşmüştü; yeniden kalkmak kolay olmuyordu.
O gün… o hatırlanmayan gün… hayatının ortasında açılmış bir boşluktu. Anımsayamamak, ondan daha çok yoruyordu onu. Bir far parıltısı, bir çarpma sesi, sonra sessizlik. Ölümle yaşam arasındaki o görünmez çizgide iki gün kaldı. Ve şimdi yaşıyordu. Bu, ona her şeyden daha tuhaf geliyordu.
Zamanla yürümeye başladı. Küçük adımlarla. Sonra tekrar yazmaya… Ve bir sabah, aynaya bakıp kendine şu cümleyi fısıldadı:
“Hatırlayamıyorum ama hayattayım. Şimdi yaşıyorum.”
O gün bir kitapçıya girdi. Kazadan sonra ilk kez kalabalık bir yerde nefes aldı. Bir rafta eski bir defter buldu. Sayfaları boştı. Ama elleri titreyerek aldı onu. İçinden geçen ilk cümleyi yazdı:
“Saat 19:00’da işten çıktım. O andan sonrası yok.”
Defteri çantasına koydu. Yavaşça dışarı çıktı. Gözlerini gökyüzüne çevirdi. Ne bir araba vardı etrafta, ne de korku. Sadece hayat, bir yerden yeniden başlıyordu.
5.0
100% (2)