0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
201
Okunma

“Kadınlar ya cadı diye yakıldılar ya azize diye susturuldular.”
-Simone de Beauvoir
Alejandro Amenábar’ın Agora (2009) filmi yalnızca Antik Çağ İskenderiyesi’nde geçen bir tarih anlatısı değil aynı zamanda kadın aklının bastırılması, bilginin dogma karşısında maruz kaldığı kıyım ve bireysel düşüncenin kolektif şiddetle susturulmasının derin bir psiko-tarihsel çözümlemesidir. Filmin merkezinde yer alan Hypatia, bir bilim kadını, filozof ve özgür bir ruh olarak çağlar ötesinden bugüne seslenir:
“Düşünen kadın, neden bu kadar tehlikeli?”
Hypatia’nın hikâyesi bir linç hikâyesi değil yalnızca, bastırılan kadın zihninin sembolik taşlanışıdır. Bu bağlamda Agora, hem tarihsel bir trajediyi hem de insanlığın hâlâ yüzleşemediği bir gerçeği kadın aklının tehdit olarak görülmesini perdeye yansıtır. Bu yazı, Hypatia üzerinden şekillenen o büyük sessizliği, bastırılmış kadın zihninin anatomisini, din, toplumsal normlar ve psikolojik dinamikler ekseninde ele almayı amaçlamaktadır.
Hypatia: Bilgeliğin Tehlikeli Cazibesi
Hypatia, yalnızca dönemin önde gelen astronomi ve felsefe öğretmenlerinden biri değil aynı zamanda patriyarkal bir toplumsal yapıda, cinsiyetinin ötesinde düşünebilen bir kadındır. Onun bilimsel merakı, gökyüzüne ve evrene dair sorduğu sezgisel sorular, Antik Yunan akılcılığının son halkalarından biridir. Fakat bu entelektüel duruş, bir kadın bedeninde zuhur ettiğinde erkek egemen yapının bilinçdışında derin bir huzursuzluk uyandırır.
Hypatia’nın varlığı, yalnızca bilgiyi temsil etmez; kontrol edilemeyen, dizginlenemeyen, kutsal veya kurgusal rollerle sınırlandırılamayan bir kadın zihnini temsil eder. Bu da onu “bilge” değil, “tehlikeli” kılar. Onun taşlanarak öldürülmesi ise yalnızca fiziksel bir yok ediş değil, tarihsel bellekteki kadın aklının bastırılmasıdır.
Kadın Olmanın Bedeli: Beden, Akıl ve Kontrol
Hypatia’nın evlenmemesi, annelik ya da eşlik gibi geleneksel rollerden uzak durması, onun yalnızca bir tercih değil; aynı zamanda bir özgürlük bildirgesidir. Toplumun onun bu duruşunu “kadınsı olmamakla” etiketlemesi, kadın kimliğinin tarih boyunca nasıl daraltıldığının bir örneğidir.
Carl Gustav Jung’un “gölge arketipi” burada devreye girer: Kadın bilgeliği, toplumun kolektif bilinçdışında bastırılmıştır. Hypatia’nın aklı, bastırılan bu gölgenin açığa çıkmasıdır ve bu durum tehdit olarak algılanır. Ona yönelen şiddet, yalnızca korkunun değil; aynı zamanda bastırılmış arzunun, kıskançlığın ve kontrol edilemeyen kadın bilgeliğine karşı duyulan öfkenin ifadesidir. Hypatia’nın ölümü, bir “arındırma ritüelidir” adeta; erkek egemen toplumun kendi içindeki kaosu kadına yönelterek bastırma girişimi.
Fanatizm ve Psikolojik Regresyon
Filmin arka planında yükselen dini çatışma, yalnızca inançlar arasında bir gerilim değil; bireysel kimliklerin çözüldüğü, kitle psikolojisinin yükseldiği bir regresyon sürecidir. Kaotik dönemlerde, birey kendi iç sesine değil, kalabalığın öfkesine kulak verir. Bu da düşünceyi değil, aidiyeti kutsar.
Hypatia’ya yönelen saldırı, bir kadın düşünürün öldürülmesi olmanın ötesindedir: Bu, aklın dinle, bireyin kitleyle, kadının iktidarla çatışmasının en çıplak halidir. Freud’un “grup narsisizmi” kuramı, bu davranışı açıklar: Toplumsal grubun kendi değerlerini tehdit eden bir bireyi dışlayarak kendini korumaya çalışması. Hypatia da bu tehdit haline gelir çünkü farklıdır, kadındır ve sorgular.
Sonuç: Susturulan Yalnızca Hypatia Değildi
Hypatia’nın taşlanarak öldürülmesi, sadece tarihsel bir olay değil; bir kolektif bilinçdışının dışavurumudur. Onunla birlikte, düşünen binlerce kadın susturulmuştur hem fiziksel olarak hem sembolik düzlemde. Agora, bu susturulmuşluğun sinemasal bir ağıtıdır.
Ama aynı zamanda bir çağrıdır da. Hypatia’nın çığlığını duymak, onun gibi düşünen kadınların yalnız olmadığını hatırlamaktır. Çünkü bu sessizlik hâlâ aramızda dolaşmakta. Taşlar sadece antik çağda atılmadı, hâlâ şekil değiştirerek savrulmakta. Ve belki de sormamız gereken esas soru şudur:
“Taşlanan sadece Hypatia mıydı?”