3
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
362
Okunma
İzmir, yalnızca Ege kıyısında kurulmuş bir liman kenti değil; aynı zamanda tarih boyunca Doğu’nun nefesiyle Batı’nın bakışını aynı sokakta buluşturan bir medeniyet sahnesidir. Kimi zaman bir Ermeni tüccarın Venedik’e gönderdiği mektupta, kimi zaman bir Acem Müslümanın ipek bohçalarına gizlediği dua sayfalarında yankılanır bu çok kültürlülük.
Bir yanda Safevî İsfahan’ından taşınan ipek ve akıl, öbür yanda Avrupa’dan gelen deniz rüzgârlarıyla buluşan İzmir limanı... Her biri, İzmir’in ruhuna yeni bir dil, yeni bir renk, yeni bir iz bırakmıştır. Diller birbirine karışır, dinler bir sokak aralığında selamlaşır; çünkü İzmir, farklılıkların gölgesinde değil, aynı kubbenin altında birlikte yaşamanın mümkünlüğünü sergileyen nadide bir örnektir.
Bir kadim aynadır İzmir; bakmasını bilen, kendinde başkasını da görebilir.
İzmir: Dillerin ve Renklerin Kesiştiği Şehir
İzmir, bir liman değil sadece; her gelenin kendinden bir iz bıraktığı bir hafıza defteri gibidir. Ermeni tüccarın getirdiği ipekle, Acem seyyahın taşıdığı baharatla, Venedikli denizcinin rüzgârında kokan tuzla yazılmış binbir satırlık bir kimliktir o.
Burada çan sesiyle ezan, aynı sabaha uyanır; pazarda Rumca bir selam, arkasından Osmanlı Türkçesiyle bir alışveriş cümlesi yankılanır. Çünkü İzmir, farklılıkların birbirini ötekileştirmediği, aksine zenginleştirdiği bir karşılaşma mahallidir.
Zamanla tüccarlar yerleşir, hanlar ev olur, hançereler kelimelere alışır. Ve bir gün fark edilmeden, herkes İzmirli olur: dinden, ırktan, dilden öte, bir aidiyetin ortak paydasıdır artık şehir.
17. yüzyılın ortalarında İzmir Limanı’na yeni ayak basmış bir Acem tüccarın gözünden
GÜNLÜK ÖRNEKLERİ
İzmir Günlüğüm – 17 Eylül 1665, Perşembe Bismillah… Bu sabah, Safevî sarayından çıkıp yedi haftadır ipeği sırtımızda, duayı dilimizde taşıyarak vardığımız İzmir Limanı, bana hem garip hem tanıdık geldi. Yabancı değil bu rüzgâr… Tebriz’deki sabah serinliğini andırıyor. Ama burada konuşulan her kelime başka bir tatta, her yüz başka bir kitap gibi.
20 Eylül 1665, Pazar Bugün Agora’nın çeperinde yürürken bir Rum zanaatkârla göz göze geldim. Ne Arapça konuştuk ne Ermenice… ama yine de anlaştık. O bana bir kese ıtır kokusu sundu, ben ona İran’dan getirdiğim keten ipliği. Dil bilmeden alışveriş ettik. Bu şehir böyle... sanki kelimeler burada dostluk kadar gerekli değil.
25 Eylül 1665, Cuma Cuma namazını Kemeraltı’nın arka sokaklarındaki küçük bir mescitte kıldım. Yanımda bir Osmanlı müderris vardı. Bana “Burada herkes biraz misafirdir,” dedi. Gülümsedim. Zira ben de artık sadece Acem değil, biraz İzmirli hissediyorum.
30 Eylül 1665, Çarşamba Bugün Avrupa’dan gelen bir Venedikli tüccarla han bahçesinde çay içtim. Üzerimdeki ipeği görünce kıskandı galiba. “Bu tür ipekleri Marsilya’da bile bulamam,” dedi. İçimden “Bu ipeğin asıl kıymeti, dualarımızla dokunmuş olmasıdır,” dedim ama söylemedim. Bazen susmak, daha evrensel bir dildir.