0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
231
Okunma
Sokakta yürüyordu. Ayaklarının altındaki taşlar bile ondan daha sağlamdı. Günlerden neydi, bilmiyordu. Saat kaçtı, önemi yoktu. Zaman, onun için çoktan durmuştu zaten.
Üzerinde eski bir mont vardı, kolları yıpranmış, cepleri boş. Bir zamanlar içine umut sakladığı cepler… Şimdi elleri orada sadece titriyordu.
Yoldan geçen insanlar vardı; bazıları telaşlı, bazıları neşeli, bazıları sevgili. Her biri bir yere gidiyordu. O, sadece yürüyordu. Gidecek yeri yoktu, dönmek isteyeceği kimse de.
Bir vitrinde kendi yansımasını gördü. Durdu. Bakmadı. Yüzü tanıdık ama yabancıydı. Eskiden o gözlerde bir çocuk vardı, şimdi sadece küllerin arasından bakan bir sessizlik.
Bir çöp kutusunun yanında bir oyuncak ayı gördü. Bir zamanlar sevilen, sarılınan… Şimdi kirli, terk edilmiş. Tıpkı kendisi gibi.
Eğildi, aldı. Ayının gözü kopmuştu, karnı yırtıktı ama ona benzeyen tek şeydi kendi. Onun da işi bitmişti. Onun da yeri yoktu.
Bir banka oturdu. Ayıyı kucağına aldı. Sımsıkı sarıldı.
Kimse görmedi. Kimse sormadı. Kimse yanına oturmadı.
Bir zamanlar o da sevildiğini sanmıştı. Sarılmıştı birine, güvenmişti. Sonra bir gün, hiçbir şey olmamış gibi gitmişti o kişi.
Sanki onun kalbi yokmuş gibi. Sanki o bir eşyaymış gibi.
Ayı da öyleydi.
Gözlerini kapadı. İçinde bir yangın vardı hâlâ. Yanıyordu ama dumanı dışarı çıkmıyordu. İnsanlar sadece görünene inanırdı. Oysa görünmeyen yakardı en çok.
Ve dudaklarından bir cümle sessizce döküldü, kimse duymadı:
"İçimdeki yangını nereden göreceksiniz siz?
Ben bile bazen unuturken yanmayı…
Siz hiç terk edilip de hâlâ orada kaldınız mı?"
Rüzgâr yüzünü okşamadı, sadece geçti.
Kalabalık içinden tek bir ses bile ona dönmedi.
Ve o an anladı:
İstanbul milyonlarca insana ev olmuştu...
Ama bir bana olamamıştı.