0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
149
Okunma
Düğün sonrasında Yusuf ve Umay’ın hayatı, Nevşehir’in bereketli topraklarında kök salmaya başladı. Aralarındaki sevgi, her geçen gün büyürken, geçmişin acıları yavaş yavaş iyileşmeye yüz tuttu. Yusuf, Ahmet’in emanetini sadece kalbinde değil, hayatının her köşesinde taşımaya kararlıydı.
Anne ve babasından kalan tarlayı kaderine terk etmeyecekti. Yusuf, o toprağı yalnızca geçim kaynağı değil, bir hatıra, bir dua gibi gördü. Ahmet’in babasıyla birlikte köy halkını topladılar. Tarlayı imece usulüyle işleyecek, mahsulü birlikte kaldıracaklardı. Yusuf, bu bereketin sadece kendilerine değil, herkesin sofrasına ulaşmasını istedi.
Beş yıl geçti… Tarladan alınan mahsullerle biriktirilen parayla köylerine küçük, sağlam bir okul yaptırdılar. Yusuf’un annesi ve babasının adını taşıyan bu okulda her sınıfa farklı anlamlar yüklendi. İçlerinden biri, belki de en anlamlısı, kapısında şu yazıyla açıldı:
"Şehit Ahmet Sınıfı"
Bu okul, sadece bir eğitim yuvası değil, aynı zamanda bir vefa anıtıydı.
Yusuf ve Umay, Nevşehir halkı tarafından çok sevildi. Komşuları sofralarına yemek taşıdı, çay bahçelerinde Yusuf’a ikramlar yapıldı. Yusuf nereye gitse saygıyla karşılandı. Ahmet’in dostu olarak, onun hatırasını yaşattığı için herkes ona gönülden bağlandı.
Zaman geçtikçe Yusuf’un içindeki eksiklik yerini tamamlanmaya bırakıyordu. Ve bir gün, Umay’ın gözlerinde bir yorgunluk, sabahları gelen hafif bulantılarla başlayan değişiklikler oldu. Mahallenin yaşlı kadınları çoktan anlamıştı bile. Ebeye gidildiğinde teyit edildi: 5 yıl sonunda Umay hamileydi.
Hamilelik süreci başta kolay başladıysa da 4. ayla birlikte daha çetin bir hal aldı. Umay zaman zaman yorgun düşüyor, geceleri uyuyamıyor, sırt ağrılarından yakınıyordu. Her ne kadar belli etmese de Yusuf gözünden hiçbir şeyi kaçırmıyordu. 5. ayda mide bulantıları yeniden başladı, 6. ayda ayaklarındaki şişlikler nedeniyle yürümekte zorlandığı oldu. Fakat Yusuf hep yanındaydı. Evi temizledi, yemek yaptı, çamaşır astı… Ama en çok da Umay’ın aşermelerine koştu.
Bir gece ansızın:
“Canım erik çekti Yusuf…” dedi Umay utangaç bir tebessümle.
Yusuf hiç tereddüt etmeden ayağa kalktı. Mahalledeki manavın kapısını çaldı. Manav, uykulu gözlerle kapıyı açtığında Yusuf rica etti. “Eşim aşerdi, gözünü seveyim... Erik bulabilir miyiz?” Manav önce şaşırdı, sonra birlikte dükkâna yürüdüler. Yusuf, torbayı alıp Umay’a getirdiğinde yüzündeki sevinç, bütün yorgunluğunu unutturmuştu. O gece Yusuf, bir eşin yapabileceği en güzel şeyin, bir gülümsemeyi sağlamaktan geçtiğini anladı.
Aylar böyle geçti.
Ve beş yılın sonunda, bir sonbahar akşamında Umay sancılanınca herkes seferber oldu. Ebe çağrıldı. Yusuf, dua ederek kapının önünde bekledi. Gözleri kapıda, kalbi ellerindeydi. İçeriden güçlü, gür bir bebek ağlaması duyulduğunda Yusuf’un gözleri doldu.
Sabah olunca Yusuf, Ahmet’in babasının yanına gitti. Gözlerinde biriken yaşlar, yüzündeki gülümsemeyi taşıyamıyordu.
“Baba… İlk çocuğumuz oldu. Bir oğlumuz var. Adını Ahmet koymak istiyorum. Hem sizin oğlunuzun, hem de benim kardeşimin adını yaşatmak istiyorum.”
Yaşlı adam önce sustu. Gözleri doldu, sesi kısıldı. Yusuf’a doğru bir adım attı. Sarıldı. Ağladı. Gözlerinden akan yaşlar Yusuf’un omzuna düştü. Yılların suskunluğu o anda boğazında düğümlendi. Yusuf ise sessizce onun sırtını sıvazladı. Kelimeler yerine artık yürek konuşuyordu.
“Benim oğlum, şimdi yeniden doğdu Yusuf… Allah senden razı olsun evladım.”
Ve hayat devam etti.
Kimi zaman acı hatıralarla, kimi zaman bir bebeğin gülümsemesiyle…
Ama hep umutla.
Çünkü bazı emanetler sadece kalpte değil, yaşamın her anında taşınır.
“Emanetin bende kardeşim… Huzurla uyu.”