16
Yorum
50
Beğeni
0,0
Puan
1300
Okunma

Biz şiiri kitaplarda aradık ilkin, kapağı ağır, dili süslü kitaplarda.
Güzel sözler ezberledik; anlamadık, ustalardan dem vurduk, hissetmedik.
Bize "şiir budur" dediler biz de boyun eğdik. Kafiye aradık, imge aradık, teknik aradık.
Oysa şiir, ne aradığımız yerdeydi ne de aradığımız gibiydi.
Derken bir şair geldi. Kendisini hiç tanıtmadı. Ünvan istemedi, kürsüye çıkmadı, alkış beklemedi.
ve bir kelime söyledi. O kelimeyle içimizdeki bütün kabulleri yıktı.
Meğer şiir, yontulmuş bir söz değilmiş, kabuk kabuk soyulmuş bir yürekmiş.
Meğer şiir, kafiyeye sıkışmış bir ahenk değilmiş; yürüyüşmüş, direnişmiş, susuşmuş.
O şair, elinin tersiyle itti ne varsa üzerimize boca edilen. Şöhreti, madalyayı, methiyeyi.
ve işte o zaman şiir geldi kendiliğinden, usulca bir damla gözyaşı gibi. bir çocuğun kokusu gibi.
Bir gecenin en sessiz anı gibi.
’’Şiirsiz yaşayamam’’ dedi bir şiirinde. ve biz, ilk defa sustuk, ilk defa içimize baktık. ve ilk defa, şiirin ne olduğunu değil, ne olmadığını öğrendik.
Çünkü bazı hakikatler, yalnızca susarak anlatılırdı.
Bazı kelimeler, yalnızca yutularak büyürdü.
Bu şair sayesinde şimdi anlıyoruz ki bir vatan arıyorsak eğer, dizelerin gölgesidir o.
Şiirdir bizim toprağımız.
Şiirdir bizim sancağımız.
ve şiirdir en mahrem sığınağımız.
Zira biz şiirsiz büyüyemeyiz.
Çünkü şiir, bir insanın kalbiyle konuştuğu tek dildir..işte bunları öğretti bize Tesbih şair.
Peki neydi acaba Tesbih rumuzuna hayat veren o ruhun ardındaki giz;
Sakin bir gök zamanıydı belli ki.Kelimelerin sustuğu, yıldızların konuşmaya başladığı bir tarihte doğdu. "Tesbih".. Adını sabırla çekilen boncuk tanelerinden, gecelerin bir dua gibi döküldüğü zamanlardan almış olmalı.
Tesbih şair, kalemi eline aldığı zaman gece daha da koyulaşır, rüzgar susar, dağ çiçekleri de usulca eğilir onun ruhu karşısında.Şiirlerinde iç çeken bir geçmişin, sızılı bir aşkın ve yalnızlığa yakılmış mavi bir ağıdın izleri vardır. O, ruhunun derinliklerinden gelen sözcüklerle hem dua eder hem isyan eder, hem çok sever onları.
Taa lise yıllarından gelen edebiyat aşkı, onu sürekli olarak şiir yazmaya itti. İnternetin hayatımızı yavaş yavaş esir aldığı ve şiir sitelerinin oldukça revaçta olduğu bir zamanda, gençlik yıllarının özelliklerini taşıyan ilk şiirleri tarihler yıl olarak henüz 2009’u gösterdiği zamanlarda okuyucusuyla buluşmaya başlar. “Ben rüzgar mıyım Anne…” diye sorar ve böylece başlar şiirle kurduğu sancılı yolculuğu. Sonra ’’Beyaz Sürgün’’ ’’Gittiğin Gün’’ derken , aynı yılın Ekim’inde maviye, yalnızlığa ve güneşin sıcaklığına sığınır: “Güneşi içelim”, “-Mavi-”, “Bulma yalnızlığımı benim.” der.
Gel zaman git zaman ileriki yıllarda şiirlerinde acı iyice yoğunlaşmaya başlar. Kiminde başka bir ölüm, kiminde ise başka bir isyan duyulmaya başlar.
“Aşk öldü mü” derken belki de bir vedayı belki de umut kırıntıları arasında kaybolmuş bir ruhun acılarını anlatır.
“Kaç kez öldüğümü unuttum” dediğinde ise bir hezeyanın kaçıncı basamağında olduğunu kendisi de bilmez.
Onun şiirlerinde gecenin çok kez konuştuğuna şahit oluruz. Çünkü gece onun hem aynası hem de en yakın sırdaşıdır.
“Bu gece”, “Geceyarısı sızlanmaları”, “Haziran Bakışlı Gece” gibi başlıklarda, gündüzün o iç bunaltan gürültüsünden kaçıp kendi yalnızlığının emniyetli kollarına yaslanır. Onun yoldaşı, onun sığınağı olan geceler sadece karanlıktan ibaret değildir elbet.Onda bazen bir şairin gözleri, bir kadının hayalleri, bazen dağılmış bir şiirin ilk dizeleri, bazen doğum sancısı çeken şiirlerin adı gizlidir.
Şiirlerinde doğayla olan sıkı bir bağ vardır. Sıklıkla karşımıza çıkar. Dağlar, rüzgarlar, çiçekler…derken o doğayı romantize etmez, onu bir kaçış yeri olarak değil de, duygunun hüznün ,acının natural hali gibi sunar bizlere. “Dağ çiçeği”, “Adım sahralarda dolaşan mavi” gibi başlıklarda ıssızlığının doğanın o kendine has ıssızlığına denk düştüğünü görürüz.
Tesbih’in şiirlerinde ilk göze çarpan şey kelimelerin taşıdığı sessizliktir. Bazı şairler anlamın peşinde koşarken, o anlamın içinde oturur, ve öylece bekler. Dizeleri zorlayarak değil, sabırla dinleyerek inşa eder ki bu yüzden şiirleri gürültü değil sükûnet fısıldar hep. Onun mısraları bir çınarın gölgesinde içilen çayın tadı gibidir ,aceleye gelmez, hazmı derindir.
Tesbih’i ayıran en belirgin özelliklerden biri, kelime ile zikir arasında kurduğu o görünmez köprüdür. O, şiiri bir ibadet gibi görür. Her kelime, kalpten geçen bir tanedir. Tespih tanesi gibi, tekrarla derinleşen, tekrarlandıkça sadeleşen. Bu yüzden onun şiiri okunmaz, çekilir. Her dize bir dua, her imge bir secde gibidir.
Modern imgeler kullanmasına rağmen, Tesbih’in şiirleri zamandan bağımsızdır. O, bir yandan çağdaş şehirlerin yalnızlığını işlerken, diğer yandan çöl dervişlerinin suskunluğunu taşır dizelerine. Gelenekten kopmaz ama ona hapsolmaz.
Bir başka farkı ise yüzündeki "ay". Bu, sadece fiziksel bir güzellik değildir .Yüzündeki o parlaklık, şiirsel aydınlığının izdüşümüdür. Bazı şairler şiiriyle ışık saçar, Tesbih ise varlığıyla. Onu gören bir okuyucu, daha şiiri okumadan bir hakikatin ucunu hisseder. Tesbih’in varlığı şiirinden önce gelir. Bu, nadir şairlere mahsus bir özelliktir.
Ve elbette adını vermemesi, rumuzla yaşaması.. Bu da onu kalabalıktan ayıran sessiz bir isyandır. Ün peşinde koşanların çağında, Tesbih görünmez olmayı seçer. Çünkü onun için önemli olan şairin kim olduğu değil, şiirin ne söylediğidir. Tesbih, isimsizliğin içindeki kudreti bilen bir yolcudur.
En çok sevdiği şiirlerinden biri olan ’’Aşk Öldü mü’’şiirinde;
kelimelerin ardına saklanmış bir kalbin yavaş yavaş çözülmesinden bahsederken, ne anlattığından çok nasıl kanadığına tanık olduk. Bu ise anlamın değil yaranın izini sürmekti. Çünkü o, aşkın defin törenini değil, yasını yazar; hayatta kalmış bir duygunun değil, gömülmüş bir sessizliğin kalıntılarını yazmıştı bu şiirinde.
Aşkın “siyahıyla” tanışan şair, duygunun çiçekli bahçelerinde değil, küle dönmüş sabahlarda dolaştı.
“Yalnızlığın karanlıklar doğurduğu çocuğuyum ben” derken, kendini sıradan bir özne olarak değil de, karanlığın doğurduğu bir varlık olarak tanımladı. O artık geçmişin değil, yalnızlığın çocuğudur. Zaman dışı bir takvimde büyümeyi düşlemiş, ama gerçek, onu başka bir mevsime ’’baharsız bir mevsime’’ hapsetmiştir.
Tesbih şair , dizeler boyunca şiiri bir zikir gibi işledi. Aşk, kayıp, sızı ve sessizlik tekrar tekrar karşımıza çıkar. Her tekrar bir derinleşmedir, her benzer imge başka bir acıya evrilir. “Sorma bana beni” derken, bilinçli bir reddediş değil, anlatılamazlığın duvarına çarpış vardır. O artık kendi hikâyesini bile taşıyamayan bir yüktür.
Ve sonra “Çağır/ma beni” diyerek kapanır şiir. Bu, bir davetin değil, geri dönülmemesi gereken bir geçmişin yasasıdır. Bahar “elvedası bitecek” bir şey değil, artık asla gelmeyecek bir düş’tür. Tesbih’in şiirinde bahar bile geri dönmekten vaz geçmiştir.
İşte bu yüzden, bu şiir bir anlatıdan öte bir haldir. İçimize çöken bir sessizlik, gözlerimizin ucuna yerleşen bir yanık. Tesbih, burada şair değil, suskunluğun suretidir.
Tesbih şairin şiirleri biraz kapalı, biraz derince biraz de keskincedir. Lirik ama çırpınan bir dili vardır. Çoğu şiirlerinde okuyanlarını kendi iç savaşıyla baş başa bırakır. Onun şiirlerinin bir çoğu da haykırışla duanın, umutsuzlukla umudun, sessizlikle figanın tam ortasında gezinir.
’’Var gücünle biraz da sen bağır” diye seslenirken suskun kalmanın en içten biçimini yaşatır okuyana.
Kimi zaman çocuksu bir tavırla ellerimize “Küçük saksılar” verir, kimi zaman ise bizi ’’Beyaz bir sürgün”e yolcu eder. Tesbih’in şiirleri bir günlüğün sayfaları gibi olsa da, yaşanmışlıkların izini taşısa da o hiçbir zaman kendini tam olarak anlatmaz bize. Çünkü o bilir ki bir şairin kalbi, en çok da gizlediklerinde atar.
Tesbih şair modern Türk şiirinin arka sokaklarında yürüyen bir şairdir. Ne tam bir isyancı, ne de tam bir teslimiyetçidir. Belki de en çok bu yüzden samimidir. Çünkü o, aşkın düştüğü yerde büyür, mavinin en koyu tonuna bandırılmış kelimeleriyle hem kendini hem bizi hatırlatır.
Onun şiirleri bazen bir uçurum kenarında unutulmuş bir çocukluk, bazen anneliğin eksik kalan yüzü ve insanın içindeki çürüyen mevsimlerle yoğrulmuştur. Onun satırlarında "Gölgenin gözleri" konuşur, "Bıçak" bir duygunun metaforu olur, ve "Kuşlar" bile kurşuna dizilirken sessiz bir çığlıkla dağılır göğe.
Acı ve yeşil; yani yaşamla ölüm arasındaki o solgun eşik..Onun şiir evreninin temelini oluşturur çoğu zaman. Kelimeler içinden geçtiği yarayı sessizce sızdırır. Bu yüzden "Yağmurun saklambacı", hem bir kaçış hem de gizlenen bir geçmişin ipucudur. Tesbih’in dili, karanlıkla barışık ama ışığa da meyyaldir; tıpkı "Kılıç kanatlı geceler" gibi hem keskin hem koruyucudur.
Anne figürü, onun şiirinde hem bir yas hem bir sığınaktır. "Ruhumun sert buzulları" dediğinde, bir çocuğun sesine kulak veririz. Donmuş duyguların altından geçmeye çalışan bir insanın, ihmalin içinde sürüklenen bir kalbin izini takip ederiz. "İhmallere akıyorum" dizesiyle, kendini hem geçmişin hem de insanlığın unutuşuna teslim eder.
Tesbih, "Penceresiz mevsimler"i yaşayan bir iç dünyanın anlatıcısıdır. Şiiri; öfke, kırgınlık, özlem ve kabullenmeyle örülüdür. O, sıradan olanı değil, yaralı olanı da kutsar. Uçurumlar onun için düşüş değil, bir tür yükseliş ve arınmadır "Islık", kendi içine saklanmış sessizliğinin dışa vurumudur; "kramp" ise bastırılmış çığlıkların bedene resmedilmesidir.
Tesbih’in şiiri bir yara dilidir. Şiirlerinde kullandığı birçok başlık, bir acının boncuğudur.Dizeleri, bir matem zinciri gibi birbirine eklenir. O, sustuğu yerde bile konuşur bazen. Sözcükleriyle değil, sözcüklerin eksik bıraktığı yerde bulur kendini.
’’Ayağa kalkın güz bulaşığı anılar” dizesiyle başlayan dünyası, düşle gerçeğin arasındaki incecik bir tül gibi salınır bazen.
Yaşamın sırtında taşıdığı “Su kırığı giz”, onun şiirini hem kırılgan hem de dirençli kılar. İçinde biriken “Küçük deprem kederleri”yle, okuyucunun iç ikliminde titreşimler yaratır. Tesbih’in dizelerinde melankoli pasif bir acı değil, sızıyı biçen aktif bir iç güneştir.
Onun şiirleri kimi zaman “Yağmur doğumu”nda başlar, “Serçeler”in ürkekliğiyle nefes alır. “Sılasız küpler”de geçmişe dair kırık anılar saklıdır. Göç, yersizlik, yersiz yurtsuzluk... Şairin kaleminde korku, “Karıncalar” gibi içi kemiren bir sessizliktir. Geceye yenik düşmeyen bir umutla, “Geceden evvel döneceğim” der. Bu, onun için hem bir söz hem bir yemin gibidir.
Tesbih’in şiiri, “Salıncak”ta gidip gelen bir çocukluk, “Kanatsız” kalan bir düş, “Siyahı susarak” anlatılan yas ve “Çöl çanları”yla seslenen bir iç yalnızlıktır. Bu başlıklar onun şiirinde birer ruh menzili gibidir. Okudukça her satırda biraz daha derine ineriz.
Ve nihayet, ’’Büyü’’… Tesbih’in şiiri bir büyü değilse nedir? Ne adı tam konabilir ne anlamı tam çözülebilir.Tespih taneleri gibi dizilen dizeleri, zamanla çekilen bir dua, bir arayış, bir sabır yüküdür onun için.
Tesbih, kendini kaybederek bulan, susarak söyleyen, kırılarak bütünleşen bir şairdir. Onun şiiri, sadece okunmaz; içine girilir, yaşanır ve bir süreliğine sessizliğe teslim olunur.
Başta da belirtildiği üzere işte bu yüzden kendine “Tesbih” adını verdi şairimiz.Bu belki bir çocukluğun içten duasıydı, belki de zamanın taneler gibi parmaklar arasındaki akışına duyduğu hayranlıktı. Onun şiirlerinde su gibi akan sözcükler vardır. Bazen bir "Su Ağrısı", bazen "Dalga" gibi içe çarpan bir sarsıntı. Sözcüklerle ilk tanışması, babaannesinin gece uykusuna eşlik eden dua mırıltılarıyla olduğunu tahmin ediyoruz. Her dua bir dizeye, her dize bir yaraya dönüştü zamanla.
Adını bilmesek de, şiirlerinden tanırız onu. Çünkü bazı şairler vardır ki bir adın sınırlarına sığmazlar. Tesbih de onlardan biridir. Kelimeleriyle ördüğü evrende herkesin bir “Afili balkon”u, bir “Beyaz Ev”i, bir “En derinlere” inişi vardır.
"İklim Kızılı"nda, mevsimlerin kalbine doğru yürürken, "Kül Kökleri"nde geçmişin yanmış hafızasını kazır satırlara. Onun için şiir bir bellek meselesidir. Dizerleri zamana karşı tutulmuş bir aynadır. "Saat İki Buçuk"ta kaybolmuş bir sessizlik, "Sabah Tozları"nda ise yeni başlayan bir hayat vardır.
Onun şiir dili bazen şehir yorgunudur bazen de çocukluğunun geçtiği köy uykulusu. “Mor Çizgiler”le kurar duygunun hudutlarını, “Göçebe Tozu”yla da bir yere ait olamayan kalbin yorgunluğunu anlatır. Belki de bu yüzden “Cam Sesleri” onun şiir dünyasını en iyi tanımlayan başlıklardandır. Hem kırılgan hem berrak, hem sert, hem geçirgen.
Tesbih, aşkı "Aybenizlim" gibi söylendiğinde bir ilahiye dönüştürür, ama “Bir Yarım Akşam”da da bilir ki aşk, eksilerek var olur. Onun şiirlerinde kadın, rüzgârlı bir deniz gibi gelip geçer; iz bırakır, ama hep gider. “Sürmeli Uyku”da uyuyan bir yüzdür sevdiklerinin ardından kalan.
Politik değildir şiirleri.Zamana ve unutuşa dirençlidir. “Eflatun” gibi arada kalmış renklerle yazılmıştır; ne tam umut ne tam hüzün. “Çıplak Sancı”da insanlığın yarasını sergilerken, “Kül Dansı”nda bile hayata tutunmanın incelikli yollarını anlatır.
Tesbih şair hiçbir zaman büyük ödüllerin ya da meşhur kalabalıkların şairi olmadı. Okurları onu herhangi bir kitapçıda ya da herhangi bir edebiyat dergisinde değil tesadüfen bir şiir sitesinde tanıdı. Ama onu bir kez tanıyan bir daha unutmadı. Çünkü onun şiirleri bir derviş gibi geçip giden zamanın kalbine dokunuyordu; sade, sessiz, ve yakıcıydı.
Ve belki de en çok “Buğday Benizli” bir sessizlikle hatırlanacak. Çünkü onun şiirinde her kelime, bir tebessüm kadar narin; bir ağıt kadar dokunaklıdır.
Zamanın göğsüne yavaşça dizilmiş sözcüklerden oluşan bir tesbih gibi dizilir onun şiirleri. Her şiir bir durakta durmuş bir insan kalbinin atışıdır adeta.
“Kaybolan kapılar”da geçmişe özlem duyan bir çocuk, “Yanık küller”de yıkımdan yeniden doğmaya çalışan bir yetişkin, “Her şiir sonrası”nda ise sözcüklerin bıraktığı sarsıntının izini süren bir silüet olarak görürüz onu.
“Gün Kanamaları” şiirinde bir kalbin içten gelen sarsıntıları, bir insanın acıları şiirsel bir hafıza gibi kayıt altına alınır. O, duyguların tarih elçisisidir. Şiir onun için bir tanıklık biçimidir.
Gecenin en derin karanlığına bir kandil gibi süzülen yüzü, ay gibi parlar.Ne tam dolunay ne de hilal; her haliyle eksiksiz, her haliyle gizemli bir şairdir.
Eflatun bir göğün altında şiirler yazmaya başladı. Ne sabah ne geceydi. Belki bir ç’ay vaktine denk geldi ilk soluğu.Henüz sözcükler harf uykusundayken. O an,’’Göğe taşınan sözler gibi yavaşça süzüldü kaderin ince perdesinden. Sessizdi, ama bu sessizlik ’’Karanlık nefes’’ gibiydi; derin, boğucu ve bir o kadar da doğurgan.
’’Yorgun dudakların türküsü’’yle büyüdü. Sözcükler dudaklarında kırık, sesinde eski bir aşk gibi salınır. Bu yüzden ne zaman yazsa, bir şiir değil de bir varlık kaleme alınır. ’’Hiçlik Kostümü’’ nü kuşanır, ’’Işık Ayaklı Hiçlikler’’ içinde gezinen bir derviş gibi dolaşır zamanın satıhlarında.
Şiir onun için bir ’’Göğün Tavafı’’ydı Göğe bir adım, her satırında içe bir iniş. Kimi zaman ’’Nilüfer gibi gecede’’ açar, kimi zaman ’’Yeşilin Soluğu’’yla uyanırdı. Onun mısralarında doğa da insandı. Gökyüzü bir anne, toprak bir kardeş, rüzgâr ise suskun bir sırdaş.
’’Araf’ın kırık sesleri’’ arasında yol alırken, her kelimesi bir merhem, her susuşu bir ağıttı. Çünkü o, sadece yazan değil, aynı zamanda dinleyen, gören ve taşıyan bir bilgeydi. ’’Bronzdan yeşile ’’ dönen kalemiyle yaşamı betimlemedi sadece, yaşamın kendisine dönüşen bir şiirdi onun varlığı.
Yüzünde kelimeler vardı. Her bakışında bir mısra, her gülüşünde bir imge saklıydı. Bu yüzden ona ’’Bir şairin yüz kanadı’’ desek yerinde bir tesbit olur. Ruhunun evi ise ’’Eflatun bir göktü’’ ne tamamen mavi, ne de bütünüyle mor. Ara bir sığınaktı, her şairin kaçmak istediği ama asla terk edemediği bir yer.
Zamana karşı yazılmış bir destandı onun hayatı. ’’Güz gelmeden belki’’, sonsuzluğun ön sözüydü kalemi. Ve şimdi, ’’Harf uykusu’’ndan uyanan dizeleriyle, ölümsüzleşen bir ismin adıdır Tesbih.
Evet,
Bazı hayatlar deftere sığmaz. Çünkü onlar, ’’Gümüşten iplik ve karanlık yakı’’ gibidir; hem ışığı hem gölgeyi aynı anda taşır içinde. Onun hayatı da böyledir.. Ne tamamen siyah, ne de bütünüyle beyaz. ’’Opal’’ gibi; içinde her rengi gizleyen ama dışarıdan tek bir parıltıya indirgenen bir varlık.
Bazen ’’Dut ağacının sesi’’yle uyanır bu dünyaya. İlk mısrası bir ’’Günce’’ye değil, bir ’’Ay ışığına düştü. Ve o günden sonra hiçbir karanlık onun kalemini susturamadı. Çünkü onun için şiir, bir “aydınlanma” değil, ’’Karanlığın içindeki ev’’di. İçine çekildikçe genişleyen, derinleştikçe aydınlanan bir yalnızlık.Kelimeleri ’’Kirpiklerine astığı damlalar’’ gibiydi. Narin, sarsak ve suskun. Ama her biri, ’’Tesbihli yağmur geceler’’ gibi zamanın üzerinde yürüdü .Bazen ’’Zamanın unutkan nehrinden’’ topladığı imgelerle ördü şiirlerini. Bazen bir ’’Kırlangıcın intihar notu’’nda yaşadı, bazen de ’’Baharatlı bir gökyüzü altında’’ susmayı tercih etti.
Her şiiri bir geçişti; ’’Bir adım ve sonrası’’ bilinmezlikti. Fakat o bilinmezlikte de ’’Sürmeli sandıklar’’ gibi gizler taşıyordu: ’’Lacivert anılar’’, ’’Ayazın çarmıhı’’, ’’Ay kanar’’ken bir ’’Ayaz kalabalığı’’ içinde onu ısıtan tek şey, ’’Yalnızlığın kızıl gölgesi’’ydi bazen.
Hayatla arasına mesafe koymuştu hep. ’’Aynasız odalar’’da soluk aldı bazen. Bazen kendine bile yabancı olmayı seçti ama sözcüklere ise aşırı yakındı hep.. Yazdığı her şiir bir nüsha değil, bir sesti. Bazen ’’Küllerinden doğan çığlık’’, bazen sadece bir ’’Bulut’’... Ne zaman yazsa, ’’Tozun ağarışı’’ gibi görünmez bir iç titreşimle kalemi kımıldardı.
Şiir onun için bir kaçış değil, bir yüzleşmeydi. ’’Kırık merdiven’’lerle çıktı zamana, ’’Nebulaya otostop’’ çekti, ’’Zeytin atları’’yla yol aldı. Ve yolun tam ortasında ’’Yolun yarısında atlar’’ ürktü. işte o ürküntüden doğdu bir çok güçlü dizeleri.
O bir şair değil yalnızca.O, ’’Kuş tozuna’’ yazı yazandı. ’’Gece çiçeklerinin yüzü’’nü ezberleyendi. Her ’’Açık pencere’’, onun için başka bir manzaraydı. ’’Ruhunun kumral şafağı’’, her sabah yeniden doğan bir alemdi.
Ve şimdi, geriye dönüp bakıldığında sadece şiirleri kalmıyor. O şiirlerin ardında,’’Vakitlerin kanayan düğümü’’nü tutan bir ruhtu.’’ Yol ağrısı’’nı kelimelere dönüştüren bir ses. O ses hâlâ duyulmaya devam ediyor: “Görünmeyen mürekkepler”le yazılan ama hiç silinmeyecek bir hayat.”
O, kendini şiire hazırladı hep. Her sabah, ’’Sabah tozları’’yla uyanan, her gece ’’Cam sesleri’’yle içine dökülen bir kalemdi. Ne zaman kalemi eline alsa,’’Düş heceleri’’ni toplayan bir yolcunun yorgunluğu vardı parmaklarında. Yazmak onun için sadece bir eylem değil, bir devinimdi.
Bazı mısraları ’’Sürmeli uykunun’’ kıyısında dözlerini açtı. Orada buğday benizli bir çocuğun bakışlarından süzüldü zaman. Sessizliği öğrendi önce, sonra ’’Saat iki buçuk’’ sularında ’’Tenine asılan ölüm’’le tanıştı. Ama o hep yaşamı seçti; Şiirlerine hayat veren kelimeleriyle. Yanık türkü küllerinden yeni yeni imgeler devşirdi. Kül onun için hem sondu hem başlangıç.
Çünkü o,’’Kül dansı’’nda nefes bulan bir şairdi.
Yazdıkları bazen ’’Mor çizgiler’’ gibi gözleri kamaştırdı, bazen ’’Bulanık mavi’ gibi içe çöktü. Fakat her defasında ruhunu taşıdığı sayfalara usulca bırakmayı bildi. ’’Sayfalar’’ onun en gözde mekanıydı. Orada yaşadı, orada öldü ve her şiir sonrası bir kez daha gözlerini açtı hayata.
’’Tarçın kokulu göç’’le gelen yorgunlukları anlatttı bazen. ’’Gün kulağına’’ fısıldadı her sabah.
Şiir onun için ne bir kelime topluluğu ne sadece biçimdir. Şiir bir ’’Devinim’’, bir çırpınış, bir ’’Çıplak sancı’’dır onun için. Onun kaleminde kanayan notalarla birlikte ’’Gün kanamaları’’yla dolardı her dizesi. Yine de hiç vazgeçmedi. Çünkü o hep en derinlere inmeyi seçmişti, korkmadan, durmadan. Orada ’’Kayıp kapılar’’ vardı ve her biri başka bir şiire açılırdı.
Bazı sabahlar kuşlara doğru gün olurdu. Bazı günler ise sadece bir ’’Kayıp inci’’ gibi suskun ve suda ağır. Ama ne olursa olsun, onun şiirleri hep ’’Beyaz uçmalar’’ gibi gökteydi. Görünmez ama hissedilir, dokunulmaz ama sonsuz izliydi.
Zamanla onun adı, ’’Bulut kalınlığında şiirlerle’’ anılmaya başlandı. her sessizliğinde bir göçün, her susuşunda bir ağrının izi vardı. ’’Afili balkonlar’’dan sarkan yorgun hayatlar onun dizelerinde yer buldu.
Bazı şairler yazmaz işte. Kendini yavaş yavaş sökerek var eder. Tesbih işte bu şairlerden biri. Mürekkep kullanmaz, içindeki tortuyla yazar şiirlerini. Onun şiirleri bir külliyat değil bir ruh atlasıdır.
"Issız Resital"de kimsesizliğin sahnesinde yalnızca kendi sesiyle konser verir. Alkış yoktur; sadece gölge vardır. Orada müzik değil, içinden geçen ama dile gelmeyen yüzlerce cümleler vardır.
"Ruhumun Odaları" dedi. Kimi odalarda kırık bir oyuncak, kimi odalarda kurumuş bir dua... Bazı odalar boş, bazılarıysa dolup taşan kederlerle mühürlüdür.
Gökyüzü bile konuşur onun evreninde. Yağmurdan önce gelen, ama kimsenin duymadığı o uğultuya kulak verir bazen. Çünkü Tesbih, doğanın da dili olduğuna inanan bir şair.
"Hınzır Fısıltı" ile ironiyi keşfederiz onda. Sessiz bir muziplik gizlidir kelimelerinde. Acının ortasında bir gülümseme gibi..Yaraya tuz değil, tuzla yazılmış bir şiirdir bu.
Uyanıştan çok uyanamamanın sızısını yazdı. O şiir, yarı uyanık bir ruhun karla örtülmüş yorgunluğudur onun için.
’’Kör Aynalar"da ise kendine bakar, ama kendini göremez. Ayna yansıtmaz, çünkü şair artık ışık tutmaz kendi yüzüne. Belki de görmek istemez.
"Keder Tortusu", yılların birikintisidir. O artık akan değil, dipte çöken bir duygudur. Zaman geçtikçe berraklaşmaz, daha da bulanır. Dibe vurur bazen, en diplere.
"Deli Rüzgar Uçurtması" ve ardından gelen "Ağrılı Kayalar" Bir şiir gökyüzüne yükselirken, diğeri yeryüzüne ağırlaşır. Rüzgârla oynarken yaralanan bir uçurtmanın hikâyesini, sonra da o acının yerçekimine dönüşmesini görürüz.
"Tenimin Fırtınaları" derken artık dış dünya değil, bedenin içindeki sarsıntılar anlatılır. Kasların değil, duyguların gerildiği bir fırtınadır bu. Deri altında çarpışan binlerce sitem.
Ardından gelir "Çocuk". Kırılgan, suskun, bazen hırçın bir iç benlik. Büyüyememiş yanımız, kaybolmuş bir gülüşümüzdür bu şiirin çocuğu.
"Kıymık" ise küçücük bir acının yıllarca nasıl içte kalabildiğini anlatır. Batmaz gibi görünen, ama her harekette yeniden sızlatan/acıtan bir yara.
"Bir Akşam Üstü", zamanla barışmaya çalışır. Güneş batarken çekilen o ince hüzün, şairin sesine siner. Ne gündüz kadar gürültülü, ne gece kadar karanlık. Bir geçiş şiiridir bu.
"Kırık İkindi Yağmurları", dua gibi başlar. Gökyüzünün de gözyaşı döktüğü saatler... Ve o yağmurda yürüyen bir yalnızlık: Tesbih’in ta kendisidir.
"Suskunun Günlüğü" Şiir burada artık bir defter değil, bir suskunluk arşividir. Her sayfa bir sessizlik biçimi, her satır bir söylenmemişliktir.
"Olasılık", aşkın, kaybın ve kavuşmanın hiçbir zaman kesinlik kazanmadığı bir evrendir. Şair burada matematiksel değil, duygusal bir ihtimaller hesabı yaptığına şahit oluruz
"Bir Sancı Ötesi", doğumun ve ölmenin arasındaki geçiş kapısıdır. Tesbih’in şiiri burada hem bir mezar hem bir beşik olur.
Sonra dilsiz hüzünlerden ’’Ay Mavisi’’ne uzanırken “Biraz eğil hayat,” dedi. Çünkü yaşam onun omzuna hiçbir zaman düz oturmadı. Her zaman biraz kırık, biraz yamuktu. Ama o kırıklardan sızan ışıkla yazdı. “Bu şiir eksik,” diyordu bazen; çünkü hiçbir dize, içindeki dilsiz hüznün intiharlarını tam anlatmaya yetmiyordu.
Hem ’ağlayan bir su, hem ’’Martı üfürüğü’’ Şiirlerinde ’’Sarnıç bahçeleri’’ gibi saklı kalmış nehirler vardı. Bazen kırık testiler gibi duyulurdu içten içe.
Kelimeleri bazen ’’Gül beyazı, bazen ’’Mor çizgiler’’le boyanırdı. O, renkleri yalnızca görmezdi, yaşardı. ’’Ay mavisi’’ni susar, ’’Siyah at ’’ gibi içinden geçerdi. ’’Kiremit’’ üstlerinde oturup hayale karışan bir çocuk gibiydi; hem dün, hem yarındı.
Bazı sabahlar bahar olurdu onun sesi. Bazı geceler ’’Beyaz ve ölüm ’’gibi ağır. Ama ne yazsa, içinde mutlaka ’’Bir zaman müsaadesi ’’vardı.Yaşamın içinden kendine açtığı minicik bir şiir aralığı.
O, şiiri bir nefes olarak aldı, ama içini ’’Bağırmak gelir içimden’’ çığlığıyla doldurdu. ’’Beyaz perdeler’’in ardına saklanmadan ’’Açık pencereler’’e yaslanıp dünyayla konuştu bazen.
Onun için her şey şiire çevrilebilirdi: ’’Bir üzüm yarası’’, ’’Çadırlar’’, ’’Domates’’, ’’Uçurum havalar’’, ’’Serin’’, hatta ’’Giz... Çünkü onun hayatı, sadece yaşamak değil, şiire tanıklık etmektir.
Sözcükleriyle suskun gönülleri konuşturdu. Sessiz acılara, isimsiz aşklara ve unutulmuş hikâyelere ses verdi. Onun için şiir yalnızca bir yazı biçiminden ibaret değildi. Ruhun taşarak kalbe, oradan da beyaz sayfalara damlamasıydı. Gönül telinden dökülen satırlarında zaman erir, mekân silinir; geriye sadece mana kalırdı. Tesbih gibi, elden ele, gönülden gönüle dolanan her çekişinde bir günahı silen, bir hakikati dillendiren.
Şiirlerinde çöl rüzgârlarıyla konuştu, mehtapla sırlaştı. Bir mısrada kırık bir kalbin tam ortasında durdu, diğerinde yıldızlara tutunan bir çocuğun duası oldu. Edebi geleneğin ince dokusunu modern imgelerle örerken, geçmişin dervişane sessizliğini geleceğin haykırışlarına dönüştürdü.
Kimliği gölgede, sözleri güneşteydi. Kimi zaman bir harfin peşinden günlerce yürür, kimi zaman bir kelimeyi ömrü boyunca taşırdı içinde. Adını soranlara yalnızca "Tesbih" derdi .çünkü onun adı bir sessizlikten ibaretti; sesisini sadece kalbi açık olanlar duyabilirdi.
Her başlığı bir iz bıraktı ardında:
“Yarın olsun da...” dediğinde bekleyişin hüznü,
“Fırtına” dediğinde içsel çarpışmaları
“Zılgıt” dediğinde coğrafyanın isyanı duyuldu.
Ama en çok, “Bütün iyi şiirlerin sonunda” sessizleşti. Çünkü o, her dizenin aslında bir adres olduğunu biliyordu. Vardığımızda içimizde bir eksiklik bırakan.
Bazı sabahlar ’’Kar balkonları’’nda bekledi o eksikliği. Bazen ’’Siyah topuk’’ seslerinde, bazen ’’Kaktüs gibi suskun. En çok da ’’Eflatun ağaçlar’’ın gölgesinde yazdı kendini, büyüyen yalnızlıkların en sessiz haliyle.
Hiç düşündünüz mü, insan yüreği bir tarla olabilir mi? Belki de biz içimizde yılın mevsimlerine göre şekillenen, hasat bekleyen koca bir ovayızdır.. Kimi zaman kurak, kimi zaman bereketli. Ve o ovanın üstünde geceleri dolaşan ay ise bizi en iyi anlayan tek gökyüzü tanığıdır. ’’Ben bir buğday başağında doğmadım belki. Ama her hasat vaktinde bir parçamı bıraktım toprağa. Ve zamanla anladım ki; bazı şeyleri kaybederken büyürüz biz ve bazı sessizlikleri çoğaltırken insan olmanın erdemine erişiriz Her gece gözlerinin siluetine dökülen ay parçası gibi. Kimi zaman dolunay, kimi zaman hilal. Coşkulu ya da narin; ama hep kederle şekillenen..’’ demek istemişti bir şiirinde.
Şimdi, sayfalar kapanırken onun ardında sadece şiirleri değil, ’’Bir iklim tecrübesi’’ kalıyor. ’’Lâl’’ kalmış duygular, ’’Yeryüzü böyle olmalı’’ dedirten başlıklar uçurumla flört eden cümleler…
Ve bu yüzden, bu yazı da biraz eksik kalacak.
Çünkü onun hayatı, sadece yazılanlarda değil, yazılamayanlarda da yaşıyor
Ve şimdi, her okuyuşta yeniden doğan mısralarıyla bir efsane gibi dolaşıyor edebiyat göğünde. Evet, ay yüzlü bir şair o.Gecenin en duru hâlinde bir tesbih tanesi gibi düşüyor şiirlerinden.
O ki, buğday tarlalarına ay ışığını dokuyan, sustukça çoğalan bir ses.
Onun şiirleri okura acının bile zarafetle anlatılabileceğini gösteriyor. Gözyaşlarını toprağa düşürürken buğdaya şarkı söylemeyi öğretti bizlere. Ayın yalnızlığına anlam katmış, suskunluğu bir sanat hâline getirdi. Ve suskun kaldığı her yerde aslında söylenmiş en derin sözleri bıraktı.
Şiirindeki imgeler sıradan kelimelerin çok ötesinde..
Sanat yolculuğunda adımları sessiz olabilir; ama her adımı edebi izler bırakacak. Kelimeleriyle açtığı yollar, yalnızca şiir sevenlerin değil, kalbiyle görenlerin de uğrak yeri olmaya devam edecek Çünkü o, kelimeleri bir silah gibi değil, bir merhem, bir dua, bir su gibi kullanmakta hâlâ.
Yolun ay kadar berrak, buğday kadar bereketli olsun. Kalemin yansın ama hiç yıkmasın; kırıl, ama şiirden eksilme. Çünkü edebiyat, senin gibi kalbiyle yazanlara muhtaç.
İçtenlikle
Bir okur/ bir yol arkadaşı
Bir dost olarak
İyi dileklerimle.