0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
292
Okunma

Bazı hastalıklar vardır ki sadece bedenle değil, zamanla da ilgilidir. Onlar bir çağın aynası gibi, insanların neye inandığını, nelerden korktuğunu, kimi susturup kimi konuşturduğunu gösterir. İşte histeri de böyle bir hastalıktı. Adı bile kadını işaret ediyordu: Yunancada “rahim” anlamına gelen hystera kelimesinden türemişti. Asırlardır kadının anlaşılmaz, duygusal, taşkın hallerini açıklamak için kullanılan bir etiket olmuştu. Ne zaman bir kadın toplumsal kurallara uymayan bir şekilde davransa, bu ona yapıştırılıveriyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru, bu eski hastalık tıbbın ve bilimin ilgi odağı haline geldi. En çok da Paris’teki Salpêtrière Hastanesi’nde doktor Jean-Martin Charcot sayesinde. Burası sadece hasta kadınların yattığı bir yer değil, adeta bilimsel bir tiyatro sahnesiydi. Charcot, kadınların bayılmalarını, titremelerini, felç benzeri nöbetlerini inceleyerek, bu belirtileri sınıflandırıyor ve onları hipnozla ortadan kaldırabileceğini gösteriyordu. Salı günleri verdiği halka açık derslerde kadın hastalar sahneye çıkarılıyor, semptomlar canlı olarak sergileniyor, Charcot ise onları seyirciler önünde analiz ediyordu. Bu gösterilerde kadınların hikâyesi değil, bedenleri konuşuyordu.
Ancak zamanla bazı doktorlar bu duruma itiraz etti. Pierre Janet, William James ve özellikle Sigmund Freud gibi isimler, histerik kadınların sadece semptomlarını değil, yaşadıklarını da dinlemeye başladı. İlk kez, bilim kadınları susturmak yerine konuşturmayı deniyordu. Kadınlar saatlerce anlatıyor, kimi zaman geçmişte yaşadıkları acı olayları gözyaşları içinde hatırlıyorlardı. Bu anlatılarda ortak bir iz vardı: travma. Pek çoğu çocukken yaşadıkları istismar ya da duygusal şokların izlerini taşıyordu. Histeri, bastırılmış duyguların ve hatırlanmayan ama unutulmayan olayların dili haline gelmişti. Söz, bedeni iyileştiriyordu.
Bu anlayış, psikoterapinin doğuşuna zemin hazırladı. Janet bu yönteme “psikolojik analiz” derken, Freud ve ortağı Breuer ise “konuşma tedavisi” adını verdi. Breuer’in meşhur hastası Anna O., tedaviyi “konuşma kürü” olarak tanımladı. Gerçekten de konuşmak iyileştiriyordu. Sessizlik bozuldukça, acı hafifliyordu. Freud bir adım daha ileri gitti ve 1896 yılında yayımladığı çalışmasında çok iddialı bir tez ortaya koydu: Histeri vakalarının temelinde çocuklukta yaşanan cinsel travmalar vardı. O dönemde bu, büyük bir skandal demekti. Çünkü toplumun görmek istemediği bir gerçeği dile getiriyordu.
Ne yazık ki Freud, bu cesur iddiasından kısa sürede geri adım attı. Toplumun ve bilim çevrelerinin baskısı karşısında bu teoriyi terk etti ve histerinin kökenini bireyin iç dünyasındaki bilinç dışı dürtülere, arzulara bağladı. Böylece histerinin gerçek sesleri o konuşan kadınlar yeniden sessizliğe gömüldü. Histeri yavaş yavaş psikiyatrik sınıflamalardan silindi, yerini depresyon, anksiyete gibi başka isimlere bıraktı.
Ama yine de bu kısa dönem, önemli bir şeyin başlangıcıydı. Histeri sayesinde kadınlar ilk kez tıp dünyasında söz hakkı bulmuştu. Acıları, artık sadece sinirsel bozukluklar olarak değil, bir anlamın taşıyıcısı olarak görülmeye başlamıştı. Bilim adamları, ilk kez dinlemenin gücünü fark etti. O kadınlar, sadece bir hastalığın değil, insan ruhunun derinliklerine yapılan ilk keşiflerin yol göstericisi oldular.
Belki de histeri, sadece bir hastalık değil, bir anlatı biçimiydi. Sessizliğin bedende yankılanan çığlığıydı. Özellikle kadınların, söze dökemedikleri acılarını, bastırılmışlıklarını, yok sayılmışlıklarını beden diliyle görünür kılma yoluydu. Bu yönüyle histeri, aslında toplumsal baskının, suskunluğun ve içe gömülmüş duyguların ete kemiğe bürünmüş hâliydi.
Bugün tıbbî literatürde adı eskisi kadar geçmiyor belki ama onun bıraktığı iz hâlâ yaşıyor. Çünkü bazı yaralar hâlâ konuşmuyor; konuşamıyor. Onlar, kelimelere değil, bedene sığınıyor. İfade edilemeyen acılar, yerini açıklanamayan ağrılara, kasılmalara, nefessizliklere bırakıyor. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, insan bazen en çok susarken anlatıyor aslında. Ve bazen beden, zihnin sakladığı ne varsa gün yüzüne çıkaran bir sahneye dönüşüyor.
Belki de bize düşen, bu sessiz anlatıları dinlemeyi öğrenmek. Çünkü iyileşmek, yalnızca semptomları dindirmek değil; suskun olanın sesini duymak, bastırılanı tanımakla mümkün. Bedenin diliyle fısıldananları ciddiye almak hem bireyi hem toplumu anlamak için bir anahtar olabilir.