0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
244
Okunma

Yusuf’un Nevşehir Yolculuğu
Ustabaşı Hızır, Yusuf’un Nevşehir’e gitmesi gerektiğini düşündüğünde hiç tereddüt etmedi. Ahmet’in ailesine tekrar ulaştı. Yusuf’un geliş tarihi için birlikte plan yaptılar, biletini aldılar, ev adresini verdiler. Yusuf oraya ulaştığında karşılanması için ayrıca ricada bulundu. Ahmet’in babasıyla telefonda konuşurken, Yusuf’un düz saçlı, kısa kesilmiş ve biraz büyük kulaklı olduğunu da tarif etti ki tanıyabilsinler. Hızır Usta, Yusuf’a her zaman bir ustadan daha fazlası olmuştu; şimdi onu, vefasını göstereceği bir yolculuğa uğurluyordu.
Yusuf, eski bir otobüsle yola çıktı. Cam kenarında oturuyordu. Gözleri sık sık dalıyor, yol boyunca kapanıp eski hatıralarda dolaşıyordu. Askerde Ahmet’le geçirdiği günler, aynı sofrada içtikleri çay, paylaştıkları sessizlik ve dertleşmeler… Yukarı ranzada yatan Ahmet’in gece yarıları içini döküşü… O dostluk, kardeşlikten öteydi. Kan bağı olmadan gönülden kurulmuş bir bağdı bu.
Otobüs şehir merkezine girdiğinde sabahın erken saatleriydi. Durağa yaklaştığında Yusuf’un kalbi sıkıştı. Aşağı indiğinde onları hemen tanıdı. Babası da hemen tanıdı. Annesi, Yusuf’u görür görmez gözyaşlarına boğuldu. Sarıldı, sımsıkı. Babası derin bir iç çekti, sadece başını salladı. Ama kulağına sessizce eğilip, “Annesi sorarsa Ahmet’in nasıl vefat ettiğini anlatma,” diye tembih etti. Umay sessizdi. Gözleri yerdeydi ama o da ağlıyordu.
Evlerine geçtiklerinde Yusuf’a hemen, önceden hazırlanmış sofralar kuruldu. Tandırda pişmiş çörekler, Nevşehir’e özgü yemekler, yöresel tatlar özenle hazırlanmıştı. O gece Yusuf’a bir misafirden çok, evin oğlu gibi davranıldı.
Annesi Yusuf’la odada yalnız kaldığında uzun uzun konuştu. Ahmet’in son halini sorduğunda Yusuf başını eğdi. Gözleri doldu ama cevap vermedi. “Anlatamam,” dedi. “Üzülmeni istemem.”
Annesi, gözyaşları arasında eski albümleri çıkardı. Ahmet’in çocukluk fotoğrafları, bebekliğinden kalan minik elbiseleri, hatta şehit tabutundaki bayrağını bile Yusuf’a gösterdi. “Senin anan yokmuş yavrum,” dedi. “Benim de evladım yok artık.” Ellerini tuttu, gözyaşlarına boğuldu. “Benim evladım olur musun?” diye sordu. Yusuf’un içi paramparça oldu.
O anda Yusuf’un aklına kendi annesi geldi. Sanki onun sesi konuşuyordu. İçini derin bir sızı kapladı, ciğerine bir ok saplandı sanki.
O gece Yusuf’un uykusu ağırdı. Rüyasında Ahmet’i gördü. Dimdik karşısındaydı. “Ben artık yokum Yusuf,” dedi. “Emanetlerime sahip çık. Anneme, babama… Umay’a. Senin kalbinin ne kadar temiz olduğunu biliyorum. Onlara da, kendine de sahip çıkarsın.” Yusuf irkilerek uyandı.
Sabah kahvaltısından önce Ahmet’in babası yanına geldi. Elini Yusuf’un omzuna koydu. “Burada kal,” dedi. “İstanbul’da seni tutan bir şey yok. Eşim sana anne olur, ben de abin baban olurum. Emanet bizim için kutsaldır. Ahmet seni kardeşi gibi severdi. Biz de seni onun emaneti biliriz. Burası senin evin artık.”
Ama Yusuf’un gönlünde hâlâ sorumlulukları vardı. “Geleceğim,” dedi. “Ama gitmem lazım. Ustam, işlerim…” Cümlesini tamamlayamadı. İçinde bir düğüm vardı.
O akşam Yusuf’un Nevşehir’deki son gecesiydi. Aile ona özel bir sofra kurdu. Yine yöresel yemekler, çaylar, tatlılar… Ayrıca ona ve Hızır Usta’ya verilmek üzere hediyelikler hazırlandı: kabak çekirdeği, pekmez, kuru üzüm, çömlek peyniri, tandır çöreği, el örmesi yün çorap, kaşkol, bere ve mendil… Yusuf’a özenle sunuldu.
Umay yine sessizdi. Hiçbir şey söylemedi ama bakışları çok şey anlatıyordu. Yusuf’a dış görünüşünden çok, karakterindeki duruluk ve insanlığıyla yaklaşmıştı. Abisinin arkadaşı olmasının ötesinde, onun utangaçlığına ve saygılı tavırlarına karşı içinde tarif edemediği bir hoşlanma hissi filizlenmişti. Bu duygu ne tam adı konulmuş bir sevgi, ne de sıradan bir etkiydi — sadece sessizce büyüyen bir yakınlık, belki de meraka dönüşen bir his…
Yusuf ertesi sabah yola çıktı. Vedalaşmak kolay olmadı. Ama bir söz verdi: “Döneceğim.”