0
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
350
Okunma

Zamanın ötesinde, yemyeşil bir vadinin kalbinde, asırlık ağaçların gölgesinde saklı bir topluluk yaşardı. Bu topluluğun en derin bilgeliği, "manevi kalp ile anlama" sanatında gizliydi. Onlara öğretilen, kelimelerin ötesine geçmek, bir insanın ruhunun derinliklerine inmek, suskunluğunun ardındaki manayı okumaktı. Onlar için sessizlik, bir yenilgi değil, aksine teslimiyetin, tevekkülün ve sabırla örülmüş bir bekleyişin ifadesiydi.
Bu vadinin sakinlerinden biri olan Aybüke, bu kadim öğretileri ruhunun en derin köşelerine işlemişti. Karşılaştığı her olayda, önce sessizliğin dingin sularına dalmayı, manevi kalbinin pusulasıyla anlamaya çalışmayı öğrenmişti. Bir haksızlıkla karşılaştığında, öfkeyle haykırmak yerine, suskunluğun güvenli limanına sığınır, kalbinin fısıltılarıyla tevekkülle beklerdi. Bu hali, vadide derin bir saygı ve hayranlıkla karşılanırdı. İnsanlar, Aybüke’nin sessizliğinde bir bilgelik, bir teslimiyet, adeta görünmez bir güç sezerlerdi.
Ancak bir gün, vadinin huzurlu atmosferi dışarıdan gelen yabancılarla bozuldu. Bu insanlar, kendi gürültülü ve telaşlı dünyalarının kurallarını beraberlerinde getirmişlerdi. Onların lügatında suskunluk, ya bir kabullenme ya da bir çaresizlik göstergesiydi. Aybüke’nin derin anlamlar yüklediği sessizliği, onlar yalnızca bir onaylama biçimi olarak algılıyorlardı. Aybüke sustukça, onlar kendi düşüncelerinin ne kadar haklı olduğuna daha da inanıyorlardı.
Aybüke, bu yeni insanların dünyasında bir yabancı gibiydi. Onların sözleri, çoğu zaman kalplerinden değil, kibirlerinden ve hırslarından doğuyor gibiydi. Dini, kendi menfaatleri için bir araç gibi kullanıyor, insanları korkutarak veya manipüle ederek kendi otoritelerini tesis etmeye çalışıyorlardı. Aybüke’nin manevi kalbi bu riyakarlığı, bu samimiyetsizliği derin bir acıyla hissediyordu. Onların maskelerinin ardındaki gerçek niyetleri, Aybüke’nin ruhunda yankılanan suskun bir çığlıktı.
Bir gün, bu yeni gelenlerden biri, Aybüke’nin yaşadığı apaçık bir haksızlığı kendi lehine çevirmeye kalkıştı. Aybüke, her zamanki gibi sükunetini korudu. Onun bu sessizliği, o kişi tarafından büyük bir zafer edasıyla bir kabul olarak yorumlandı. Kibirle şişinerek, "Gördünüz mü? Söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu o da kabul etti," diye etrafına zafer naraları attı.
O anda Aybüke’nin kalbi tarifsiz bir buruklukla doldu. Onların dünyasında, sessizlik hakikatin sesi değil, basit bir onay mekanizmasıydı. Oysa onun suskunluğu, en derin sığınağı olan Allah’a yakarışının, O’nun adaletine olan sarsılmaz inancının sessiz bir ifadesiydi. Bu yanlış anlaşılma, Aybüke’nin ruhunda derin bir yara açtı.
İşte o an, Aybüke ilk defa suskunluğunu bozmaya karar verdi. Titrek ama içinde büyük bir kararlılık barındıran bir sesle, "Benim suskunluğum, sizin söylediklerinizi kabul ettiğim anlamına gelmez. Benim suskunluğum, kalbimin Rabbime olan tam bir teslimiyetidir. O’nun sonsuz adaletine olan sarsılmaz inancımdır. Sizin gördüğünüz gibi basit bir onay değil, benim en güvenli sığınağım Allah’tır," dedi.
Aybüke’nin bu içten ve bilgece sözleri, yeni gelenlerin arasında derin bir sessizliğe neden oldu. İlk defa, bir insanın sessizliğinin kendi dar çerçevelerinin ötesinde, bambaşka anlamlar taşıyabileceğini düşündüler. Aybüke sözlerine devam etti: "Sizler, din gibi kutsal bir değeri kendi hırslarınıza alet ediyorsunuz. Oysa din, kalpleri birleştirmek, aranızda adaleti tesis etmek için gönderilmiştir. Benim suskunluğumu nasıl yanlış anladıysanız, dinin özünü de aynı şekilde yanlış anlıyorsunuz."
Aybüke’nin bu samimi ve hikmetli sözleri, bazı insanların katılaşmış kalplerinde bir kıvılcım çaktırdı. Belki de ilk defa, kendi sınırlı düşüncelerinin ötesinde bir hakikat olabileceği ihtimalini düşündüler. Aybüke’nin hikayesi, kısa sürede vadide ve ötesine yayıldı. İnsanlara, suskunluğun her zaman bir onay anlamına gelmediğini, bazen en derin anlamların, en güçlü feryatların sessizlikte saklı olabileceğini hatırlattı. Ve en önemlisi, dinin, insanların kendi küçük egolarını tatmin etmek için kullandıkları bir araç değil, kalplerini Yaradan’a yönelttikleri kutsal bir yol olduğunu öğretti.
Aybüke’nin bu anlamlı mücadelesi, zamanla daha derin bir boyut kazandı. Hakikati haykırdığı için yalnız bırakıldığını, hatta haksızlığa uğrayanların değil, haksızlığı yapanların korunduğunu gördüğünde, kalbinde yeni bir acı filizlendi. Kendi "el itlerini" yani yandaşlarını korumaya çalışanlar, aslında vicdanlarının sesini, içlerindeki "kurt"u yalnız bırakmışlardı. İşte o an, Aybüke’nin ruhunda daha önce hiç tatmadığı bir ıstırap yankılandı. Doğruyu söylediği için cezalandırılmak, adaletin ayaklar altına alındığını görmek... Bu, Aybüke’nin kalbinde suskun ama derin bir çığlığa dönüştü.
Ancak Aybüke, bu derin acıya rağmen inancını yitirmedi. Biliyordu ki, eninde sonunda adalet tecelli edecekti. Belki zaman alacaktı, belki bedeli ağır olacaktı ama suskunluğun ardındaki hakikat çığlığı, vicdanlarda yankılanmaya devam edecekti. Ve o gün geldiğinde, kendi çıkarlarını düşünen, "el itlerini" koruyanlar, vicdanlarının "kurdunun" sonsuz acısıyla baş başa kalacaklardı. Aybüke’nin hikayesi, doğruyu söylemenin bazen yalnızlık getirse de, hakikatin er ya da geç ortaya çıkacağına dair bir umut ışığı olarak vadinin kalbinde ve ötesinde nesilden nesile aktarıldı. Unutulmamalıydı ki, en güçlü sözler bazen sessizlikte saklıdır ve hakikati gören kalpler, bu suskun çığlıkların manasını eninde sonunda anlayacaktır.
Saliha İNAN
.../.../25
5.0
100% (1)