0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
283
Okunma
Kendini Dinlemenin Vakti: İnziva
“Hey insan… Zavallı insan… Her şeyi bilmeye can atıp da hâlâ kendini bilmeyen insan, sen nesin?” Gürpınar’ın bu sorusu insanın zihninde yankılandıkça, bir şey beliriyor içte: Gerçek bilgi, belki de sadece kendini bilmekle mümkün. Ne kadar kitap okursak okuyalım, kaç kavram öğrenirsek öğrenelim, dönüp kendimize bakmadığımız sürece eksik kalıyor her şey. O yüzden “Kendini bilen Rabbini bilir,” sözü sadece bir dini vecize değil, aynı zamanda bir varoluş çağrısı gibi duruyor karşımızda.
Ama kendini bilmek öyle kolay mı? İnsan kendi içine bakmaya korkar çoğu zaman. İçeride neyle karşılaşacağını bilemez. Dış dünyanın gürültüsü, dikkat dağıtan parıltıları o kadar çoktur ki, insan kendini duymayı unutur. İşte tam bu noktada devreye girer inziva. Sessizliğe çekilmek, kendiyle baş başa kalmak, dışarıdan uzaklaşıp içeriye yönelmektir inziva. Arzuların ve alışkanlıkların sustuğu yerde, insanın iç sesi kendini göstermeye başlar.
İnziva, geçmişten bugüne hemen her inanç sisteminde yer bulmuş bir hâl. Günahlardan arınmak, hakikate ulaşmak, ruhen olgunlaşmak için insanlar kendilerini toplumdan uzaklaştırmışlar. Ama her yalnızlık inziva değildir. Sessizlik içinde dönüşüm başlamamışsa, yalnızlık sadece yalnızlıktır. İnsanı yeniden inşa etmeyen hiçbir kaçış gerçek bir inziva sayılmaz. Gerçek inziva, bir uzaklaşma olduğu kadar bir yakınlaşmadır da. Kendine, Tanrı’ya, evrene ve diğer insanlara...
Seneca, “Kendimize çekilmemiz yararımıza olacak,” derken, dönüşü de hesaba katıyor. Bir noktada geri dönersin hayata, ama değişmiş hâlde. Jung’un kulede geçirdiği günler, Wittgenstein’ın Cambridge’den uzaklaştığı o zamanlar, Gazali’nin kalabalıklardan kaçışı... Hepsi bir inşa süreciydi. İnsan, ancak içine döndüğünde dışarıyı daha berrak görebiliyor.
Bu berraklığın bir adı da tefekkür. Düşünmek, anlamlandırmak, bağlantılar kurmak... Ama bu, gürültüde değil; sükûnette mümkün. Tefekkür, sabır ister, sebat ister. İçteki karmaşanın dinmesiyle, insan kendi varlığına dair sorularla yüzleşmeye cesaret eder. O zaman bir anlam arayışı başlar. Demokritos’un “şen gönüllülük” dediği şey, belki de bu anlamla karşılaşmanın neşesidir.
Ve bir başka kavram: temâşâ. Bakmak değil, görmektir bu. Dış dünyaya dikkatle, hayranlıkla, sevgiyle bakmak… Bir çiçeğe, bir kar tanesine, gökyüzüne… Onların ardındaki manayı sezmeye çalışmak. Tasavvufun en zarif düşünme biçimidir temâşâ. Varlıkla bir bağ kurmak, onu sadece görmek değil, onu duymak, onunla konuşmak...
İnsan bakışını ne ile süslerse, dünyayı da öyle görür. Kimisi için kar, sadece soğuk ve eziyettir; kimisi içinse Allah’ın lütfudur, bir saflık simgesidir. Temâşâ, dış dünyayı iç dünyaya taşıyan bir köprüdür. Ve bu köprüden geçebilen insan, sadece doğayı değil, kendini de yeniden keşfeder.
Bugün modern hayatın hızında, insan kendiyle temasını yitiriyor. Zihin yoruluyor, ruh da… Bu yüzden belki de şimdi her zamankinden daha çok ihtiyacımız var inzivaya ve temâşâya. Kendimizi ve kâinatı yeniden okuyabilmek için. Ruhumuzun tekrar bir sükûnete kavuşması, kendi sesimizi duymamız için.
Bazen sadece durmak gerekir. Bakmak, görmek ve düşünmek. Tüm anlamlar belki de orada saklıdır: Sessiz bir doğa manzarasında, içimize döndüğümüz bir anda, seyre daldığımız bir yıldızda…
5.0
100% (1)