İntikam alıp da sonunda pişman olmaktansa, affedip de pişman olmak daha iyidir. cafer b. muhammed
s.eyyubi
s.eyyubi

Kuru İğde Ağaçları

Yorum

Kuru İğde Ağaçları

( 2 kişi )

1

Yorum

2

Beğeni

5,0

Puan

657

Okunma

Kuru İğde Ağaçları

Kuru İğde Ağaçları

Şirin sabah erkenden kalkıp namazını kıldı. Kedilerine ekmek verdi. Dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyormuş gibi naftalin kokulu sandıktan en güzel elbiselerini çıkarıp giyindi. Sonra da eşiyle beraber tarla sınırlarından yürüyerek asfalt yola çıktılar. Çamura batmış ayakkabılarını yolun kenarındaki su birikintisinde silip temizlediler. Şehre gitmek üzere minibüse bindiler. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Şirin derin düşüncelere dalmış, bütün ömrü gözünün önünden akıp gidiyordu.Gamsız çocukluk yıllarına iflah olmaz bir özlem duydu. Üzüldüğünde annesine sığındığı, onun dizinde ağladığı zamanları hatırladı. Onu dinleyecek ne annesi ne de babası artık yoktu. İnsanı deli eden bir yalnızlığın içinde buldu kendini, bir ah etti, cılız omuzlarının çatırtısını iki küreğinin ortasında hissetti. Cama yüzünü dönmüş, Samurlu düzü camın arkasından hızla akıp gidiyordu, beyaz tülbenti ile gözlerini silerken, yaşamak için insanın bir hakkı daha olmalıydı diye geçirdi içinden. Şimdiye kadar bir daha dünyaya geleceğini umuyordu. Bu gelişinde daha güzel günler yaşayacağını, başka bir diyarda yeni bir hayatın onu beklediğini umuyordu. Yeniden yuva kuracak, çocuklarını büyütecekti. Şimdiye kadar beslediği umutların boşa çıktığını, bu hayata bir daha asla dönüş olmayacağını daha yeni anlıyordu. Şirin bu dünyada evini barkını yapayım derken meğer kötü hastalık da onun içinde yuva yapıyormuş. Minibüsün içi arı kovanı gibi uğulduyordu. Herkes ayrı bir telaş içindeydi. Kimi çocuğunun okul ihtiyaçları almaya gidiyordu. Kimi de gurbet ellere çalışmaya gidiyordu. Şirin, insanların konuşmasını asla duymuyordu, hastalıktan dolayı yorgun düşmüş, pelte gibi ağırlaşmış vücudu koltuğa yığılmış kalmıştı. Şehre vardıklarında Gülali, şoförden rica etti, minibüs onları şehir dışındaki terminale kadar götürdü. İstanbul otobüsü perona girinceye kadar Şirin heyecanlı heyecanlı bir kedilerini tembihliyor bir evini tembihliyor, dayanamayıp tekrar tekrar Gülali’ye yapması gerekenleri sayıp duruyordu. Her defasında evden kopmak ona böyle zor geliyordu. Gülali de sabırla, evet manasında başını sallayıp duruyordu. Samurlu Köyü’nün ağaçsız çorak arazisinde evleri vaha gibi yemyeşil bir cennet bahçesi içindeydi. Şirin, ağaçlarını kendi evlatları gibi büyütmüştü. Birinin geride kalıp eve bakması gerekiyordu, o yüzden Şirin yolculuğa yalnız çıkıyordu. İstanbul’da yeğenleri onu alacak ve Cerrahpaşa’ya götürecekti. Şirin, uzun süren bir tedavi sürecinden geçiyordu. Otobüsün muavini;
-İstanbul yolcusu kalmasın, diye bağırıyordu.
Şirin oturduğu sandalyeden usulca kalktı. Otobüse birlikte bindiler. Gülali onu koltuğuna kadar götürdü, çantasını yukarıya sıkıştırdı, otobüs sarsılmaya başlayınca eğilip beyaz tülbentli başını öptü,
-Yolun açık olsun, aklın geride kalmasın, sağ salim git, dedi.
Şirin de onun omzunu öperek,
- Sen de Allah’a emanet ol, dedi.
Şirin yolculuk öncesinde bir sürü yemek yapmış, tandırı yakmış bir aylık ekmek vurmuştu. ekmek bitince komşuları Gülali için yeniden ekmek pişireceklerdi. Kocası ara sıra sıtma krizine giriyordu. Giderken hasta haline rağmen aklı yine Gülali’de kalacaktı. Gülali ise vedalaşmayı beceremiyordu. Bir an önce otobüsten inip kaçmak istiyordu. Uzaklaşıp tenhada bir köşede doya doya çocukluğundaki gibi ağlamak istiyordu. Rahatlayıncaya kadar ağlayıp kötü bir rüyadan uyanır gibi bütün dertlerinden kurtulmak istiyordu ama böyle bir şey asla olmayacaktı. Şirin, ağzı dili olmayan meleklerim dediği, sabah gelirken yolun yarısına kadar onun peşine takılan kedilerini Gülali’ye emanet etti, sonra da gözlerini ondan kaçırarak,
-Ben bu dünyada evimi yaparken, bak sen feleğin işine, meğer zalim hastalık da benim içimde evini yapıyormuş, dedi.
Gülali yüzünü yana çevirdi, güçlü olmak zorundaydı, zayıflığını göstermek istemiyordu. Şirin’e destek olmak zorundaydı, onun çoktan ölmüş anne ve babası kadar üzerine titriyordu. Usulca arkasını dönüp indi, otobüs terminalden çıkıncaya kadar kaldırımda durup tütün içti. Sonra da yola çıkıp şehre yürümeye başladı. Kendisiyle yalnız kalmak istiyordu, servisin gürültüsünü kaldıracak durumda değildi.
Gülali’nin hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Aklı bir an kaval çaldığı gençlik yıllarına gitti. Bir an Seydo Tepesi’nde kaval çalarken buldu kendini. Dertsiz tasasız günlerdi. Gülali obanın çobanıyken Şirin’i Sinek Yaylası’nda görmüş beğenmişti. Genç yaşına rağmen Gülali aklı başında bir insandı. Obanın içinde başı önünde yürür, kızlara başını çevirip bakmazdı, bazen kızlar ona haber gönderip onu sevdiklerini söylüyorlardı, ona rağmen dönüp bakmazdı, aldığı aile terbiyesi bunu gerektiriyordu. Erkekler ekin biçmeye, köye inmiş, obanın namusu ondan soruluyordu. O yıl nasıl olduysa Şirin’i görmüş beğenmişti. Sürü obaya girince Şirin eksik koyunları arama bahanesiyle onunla sohbet ediyordu. Şirin’i yakından tanıdıkça ona bağlanmıştı. Akrabaydılar, evleri yakın olmasına rağmen ona fazla dikkat etmemişti. Aralarında epey yaş farkı vardı. Şimdiye kadar onun gözünde daha dünkü çocuktu. Şirin o yaz daha bir gelişip serpilmişti. Şimdiye kadar nasıl da anlamamıştı kızın işvesini nazını. Gülali obanın karşısındaki diğer obayla kavga sebebi olan itirazlı Seydo Tepesi’nde hiç korkmadan yüksek bir kayada oturur, kaval çalardı, koyun sürüsü, dağ taş hep onu dinlerdi. Sevdasından aldığı güçle buraların hâkimi benim derdi. Kavalın sesi en çok da Şirin’e ulaşırdı. Onun korkusuzca sürüyü davalık Seydo Tepesi’ne salmasından bütün oba gurur duyardı. Gülali bir acayip olmuştu, yaz boyunca hayatta daha önce tatmadığı bir duygu içindeydi. Adeta ayakları yere basmıyordu. Saçını tarıyor, esans kullanıyordu. Yüzündeki güneş yanığı kabuklarına krem sürüyor, cebinde aynasını tarağını eksik etmiyordu. Ondaki bu değişimi herkes görüyordu. Şirin bir melek gibi onun hayatına girmiş, şimdiden hayatını değiştirmeye başlamıştı. Bu durum Şirin için de farksızdı. Çadırın direğine astığı, sevgilisinin hediye ettiği aynanın önünden ayrılmaz olmuştu. Koyunlar öğle vakti sağım için obaya inince Şirin bir bahane ile hemen Gülali’ye ulaşıp, onunla gizlice hasbihal ederdi. Aşkları milletin dilindeydi, herkes onları konuşuyordu. Evin en küçük oğluydu, evlenme sırası ondaydı. Utandığından durumu annesine anlatamıyordu. Ondaki değişimi farkeden annesi kenara çekip ağzından laf almıştı. Hasat işleri bitimce erkekler köyden gelirdi. Babasının köyden gelmesini beklemişlerdi. erkekler köyden dönünce nişan yapılmıştı, rüya gibiydi. Obayı bayram havası sarmıştı. Komşu obalardan köylüklerden insanlar akın akın gelmişlerdi. Gülali en ince detayına kadar hatırlıyordu, her şey daha dün gibi aklındaydı.
Evler yayladan inince koç katımı şenlikleri vaktinde güzel bir düğün yapıldı. Düğünde köyün gençleri çılgınlar gibi halay çekip eğlenmişlerdi. Yastık çıkarmak için atlılar nasıl da dört nala uçmuşlardı Samurlu düzünde. At kişnemeleri ile düğün kalabalığını nasıl da yarmışlardı ortadan. O günkü nal sesleri halen Gülali’nin kulağında gümbürdüyor. Gelin, Gülali’nin baba evine inmişti. O kış evin bir odası onlara verilmişti. Gülali çobanlık yapmaya devam etmişti. Yazın yaylada babasının çadırının yanında küçük bir çadır daha dikilmişti, kendilerine ait ilk evleri bu çadır olmuştu.
Yeni evliler daha yazın evden ayrılmaya karar verdiler. Ağabeyleri gibi onlar da artık yuva kurmalıydılar. Kendilerine ait bir evleri olmalıydı, tencereleri ayrı kaynamalıydı. Köyde adet böyleydi, evlenen gençler baba evinden ayrılır, köyün devamında evlerini yaparlardı, böylece köy yol boyunca uzar giderdi. Yolun iki yakası boyunca yeni evlenen gençlerin evleri sıralanırdı. Yeni yapılacak evlerin temeli için dağlardan taşınan taş kümeleri yolun sağında solunda dururdu. Babası Gülali’ye de yolun devamında arsa verilmişti. Temeli için taşlar önceden taşınmıştı.
Evler yayladan köye inince ilk işleri evden ayrılmak oldu. Onlar da diğer kardeşler gibi küs ayrılmışlardı evden. Kaynana yeni gelinin ayrılmasını istemiyordu. Koca köyde kışı geçirecek bir yer bulamadılar. Şirin’in babası onlara evini açmak zorunda kaldı. Damadın kayın baba evinde oturması görülmüş şey değildi. Ahırın devamındaki anbarda kışı geçirmek zorunda kaldılar. Soğuk kış gecelerinde koyunların nefesi ile ısınan bu oda onlar için küçük bir cennetti. Uzun bir kıştan sonra bahar gelmiş, zor günler geride kalmıştı. Leylekler gelmiş, evlerin damlarındaki yuvalarında kuluçkaya yatmışlardı. Yeni evliler köyün çıkışında yolun Ağrı Dağı’na bakan yakasında evlerini yapacaklardı. Şirin;
-Tek göz ev istemen, o eski evler tarihte kaldı, diyordu.
Köyün eski tek gözden oluşan evlerini küçümsüyordu.
-Evim bir oda bir hol ve ayrıca mutfağım olmalı, diyordu.
Şirin’in kayın babasının evinde mutfak olmaması hoşuna gitmiyordu. Şirin’in yapacağı evde küçük bir aralık olacak aralıkta sedir olacak, sedirin üzerine yün yorgan döşeklerini katlayıp koyacaktı. Kendi yaptığı yün halılarda imza olarak kendi adını ve halıları yaptığı yılın tarihini yazmıştı. Yer minderleri, halılar has yünden yapılmıştı. Kendi elleri ile yaptığı halıları misafir odasını serecekti. Perdelerin üzerinde karşılıklı bakışan iki tavus kuşu olsun isterdi, eltisinin evinde görmüştü. Bembeyaz badanalı duvarını şoför olan abisinin hediyesi İran halısı süsleyecekti. Evleri ahırla bitişik olmamalıydı.
-O da ne öyle, hele bu zamanda, ev ile ahır bitişik olmaz, diyordu.
Köyde genelde evler ahır ile bitişik oluyor, kışın evin içine koyun kokusu doluyordu.
-Babanın evine benzer ev istemem, diyordu yeni gelin.
Şirin’in bu direten halleri nasıl da Gülali’nin hoşuna gitmişti, bıyık altından kıs kıs gülüyordu, o güldükçe Şirin daha da diretiyordu. Koca bir kış bu hayallerle geçip gitmişti.
Aranan bir çoban olmasına rağmen Gülali, o yaz yaylaya çıkmadı. Hiçbir ağanın çobanlık teklifini kabul etmedi. Ayrılırken evden pay olarak verilen koyunlarını satıp paraya çevirdi. Bereket için ayırdığı birkaç anaç koyunu da kayın babasının sürüsüne katarak yaylaya gönderdi. Köyde tek bir inekleri vardı, yaz boyunca boz ineğin sütünü buzağı ile paylaşacaklardı. İnşaat başlamış, ustalar günlerdir taş kırıyordu. Ilgın ağaçlarında öten ibibik kuşlarının seslerine balyoz sesleri karışıyordu. Balyoz sesleri boş köyün duvarlarında yankılanıp geri geliyordu. Sanki bütün köyde ustalar taş kırıyordu. Bu da insana köyde yalnız değilmiş hissi veriyordu. Ağrı Dağı’ndan taşınmış siyah taşlarla bir metrelik temel atıldı. Evin gerisi kerpiç ile yapılacaktı. Çamurlar birkaç gün önceden çıplak ayaklarla çiğnenip karıştırılıyor, saman ile harmanlanıyordu. Bir taraftan da çoktandır ekşimiş çamurlar kerpiç kalıplarına dökülüyordu. Yazın güneşinde yere serpilmiş sarı buğday samanı üzerinde kerpiçler kurutuluyordu. Gülali ve Şirin de ustalar kadar yoruluyordu. Tulumbadan suyu taşımak, yemek hazırlamak gibi işler tamamen Şirin’in eline bakıyordu. Gülali de kuruyan kerpiçleri el arabası ile inşaata taşıyordu. Gülali duvar ustası olmuştu, elinde şakulü, kemerinde mezru ustabaşı olmuş, sağa sola emirler veriyordu. Yazın en sıcak zamanıydı duvarlar yükseliyordu. Gülali yarı beline kadar serin sulara girip kamış kesiyordu. Sivrisinekler güneşte çürümüş gömleğine aldırış etmeden kanını emiyordu. Gülali’nin sırtına sıvanmış sivrisinekleri Şirin arada bir elinin içi ile siliyor, avuç içleri kırmızı kanla sıvanıyordu. Kocasının bu haline dayanamayan Şirin’in içi gidiyordu. Gülali bu yazın hatırası olarak derisinin altında sıtma ile yaşayacaktı. Şirin biçilen kamış demetlerini bataklığın dışında, kuru bir yerde bağlıyordu.
Alakızıl Köyü’nden aile dostları olan Nevruz Kirve’ye kavak ağacı siparişi vermeye gitmişlerdi. Nevruz Kirve, İran göçmeni iyi bir marangozdu. Nevruz Kirve belki civardaki bütün köylerin kapı penceresini yapmıştı. Kirve işinin ehli güvenilir bir insandı. O gün Gülali çok titizleniyordu, ikide bir dönüp Şirin’in duyacağı şekilde;
-Kirvem kurbanın olayım, en düzgün olanlarını keselim, diyordu.
Şirin ile beraber bahçede dolaşıp en düzgün ağaçları seçmişlerdi. Seçtikleri ağaçları teker teker işaretlemeleri zaman almıştı. Gülali, Şirin sevinsin diye tekrar tekrar Nevruz Kirve’ye seslenerek;
-Kirve ince ağaçları istemen haa, diyordu.
Nevruz Kirve de her defasında gülerek;
-Tamamdır Gülali kirve her şey istediğin gibi olacak, sen rahat ol, diyordu
Ağaçların kesildiği gün Nevruz Kirve’nin bahçesinde büyük gümbürtü ile ağaçlar devrilirken yuvası dağılan kargalar bulut gibi havada dolanıp duruyordu. Hızar sesleri ile kargaların sesi birbirine karışmıştı. Kargalar günlerce bahçede yerde yatan kavakların başından ayrılmamışlardı. Kargaların yuvaları için feryat figan etmesi Şirin’i çok üzmüştü, uzun zaman bunu hatırlayacak ve her defasında hayıflanacaktı.
Evin damını örtecek olan kavak ağaçları soyulmuş yerde kurumaları için boylu boyunca yatıyorlardı. Taşıma zamanı gelince komşudan ödünç alınan öküz arabası ile bir hafta boyunca tomrukları taşıdılar. Karasu’nun beton köprüsünden geçerken öküzlerin boynundaki çıngırakların sesi suyun şarıltısına karışıyordu. Köprüden geçerken gürültüden ürken kaplumbağalar güneşlendikleri tümseklerden suya atlıyorlardı. Sazlıkların hışırtısı eşliğinde Şirin’in aklı oradan kalkıp uzaklara gidiyordu. Karasu, dalgaları ile yaylalardan haber getiriyordu. Akıp gelen sular yarpuzun kokusuna, kır çiçeklerinin tozuna, akşamüstleri karşıki Seydo Tepesi’nde Gülali’nin sevdalı kaval sesine bulanıp geliyordu. Bu sesler Şirin’in hayallerini nasıl da yeşertiyordu. Kuzu kırkma zamanıdır. Şimdi derelerde kuzular yıkanıyordur. Rüzgârda çayırlar nasıl da sallanıyordur. Şirin köprüden aşağı bakınca akan suda balık yavrularını görüyordu. Bir sürü yavru balık yüzüyordu. Şirin dönüp öküz arabasının arkasından gelen Gülali’ye bakıyordu, bir rüya alemindeydi ne arabanın tekerlek seslerini ne de öküzlerin çıngırak seslerini duymuyordu. Sazlıkların serin gölgesinden gelen kuş sesleri eşliğinde Şirin çok uzaklara gidiyordu, orası bir düş diyarıydı, düş diyarında onların evi, evin avlusundaki tulumbanın başında suyla oynayan çocukları vardı.
Bütün evler yaylaya gittiği için geride kalan gebe kedilere yaz boyunca Şirin bakmış, doğduklarında yavrularını büyütmüştü. Bu kediler Şirin’e bağlanmış sahipleri yayladan dönünce bile ayrılmamışlardı. Evler yaylada olduğundan köyde bir tek erkekler vardı. Şirin köyün annesi, ablası olmuştu, bütün akrabaların ekmeğini pişirip gönderiyordu. İnşaatın sonlarına doğru köyün erkekleri yardıma geldiler, bütün tomrukları mertekleri dama çıkarıp yerleştirdiler, inşaatın bütün ağır işlerini hep beraber bitirdiler. Şirin bir kazan dolusu bulgur kavurmuştu. Tereyağlı bulgurun kokusu köyü almıştı. O gün inşaatın gölgesinde büyük bir sofra kurulmuştu. Bütün kedi yavruları saklandıkları yerden çıkıp yemek kokusuna gelmişlerdi. Köyün erkekleri doyunca sıcak yemek yemişlerdi.
Karasu bataklığı ve çorak araziler gün boyunca ısınır nemden buğulanırdı. Yeni evliler inşaatın yanına kurdukları çadırda yaşıyorlardı. Çadırda içme suyu adeta kaynardı. Su testisine karıncalar girmesin diye Gülali söğüt ağacından bir tıpa yapmıştı. Evlerinin bereketi için Şirin karıncalara asla kıymazdı. Gece çadırın kapısına bırakılan su testisi, Elegez dağından esen rüzgarla serinliyordu. Evin çevresinde sazlıklar yükseliyordu. Akşam sivrisinekler bulut olup bataklığın üzerinde dalgalanıyordu. Şirin sivrisinekleri kovmak için bir tenekede ateş yakıyordu. Tezek dumanı olmasa boz inek zinciri koparıp kaçacaktı. Karasu bataklığında gün boyunca şişmiş inek, tezek dumanı içinde rahatça yatıp geviş getiriyor arada bir derin derin soluyarak gecenin sessizliğini bozuyordu. İneğin soluk sesleri Şirin’e güç veriyordu. Şirin, ineğin böyle kaygısız yatmasına, derin derin soluk alıp vermesine gıpta ediyordu. Hele inek yavrusunu emzirip yalarken Şirin’de annelik duygusu uyanıyor, vücudunda bir karıncalanma hissediyordu. Böyle zamanlarda mintanının altından elini sokarak bir şeyler arıyordu. Elini gezdirdiği karnında henüz bir belirti yoktu. Sonra yayladaki gibi Gülali’yi özlüyordu. Bazen hamile kadınlara özenip bir eli ile karnını tutarak dolaşıyordu, sonra yaşlılar ayıplar diye bundan utanıp vazgeçiyordu. Gülali yokken akşam serinlikte saklandıkları yerden çıkıp oynayan kedi yavruları, ineğin soluk sesleri Şirin için eğlence olmuştu. Gece Karasu bataklığı adeta bir şehre dönüşür, ete kemiğe bürünür canlanırdı. Kurbağa sesleri devasa bir cümbüş olup insanı bataklığın içine çekerdi. Arada bir sazlıkların rüzgârda hışırdamasından insanın içine bir ürperti düşerdi. Köyde sazlıklarla ilgili kulaktan kulağa efsaneler yayılırdı. Eski zamanlara ait cin, peri hikayeleri anlatılırdı. Bataklıkta boğulup kaybolmuş çok insan vardı. Bazı geceler evin civarından domuz sürüleri geçerdi, Gülali uyanmazdı. Gülali akşamları köyün içine çıkıp yarın çalışacak amelelerin peşinde gezerdi, dönünce de yorgunluktan hemen uyuyakalırdı. Ertesi gün yapılacak işlerin heyecanı ile gözüne uyku girmeyen Şirin gece boyunca çadırın önünde Erivan şehrinin ışıklarına bakarak hayallere dalardı.
Nevruz Kirve, kapı pencereleri moda olduğu üzere sarıya boyamıştı. Pencerelere şimdiden sineklikleri takılmıştı. Şirin bir adet tül perdeyi kapıya sineklik niyetiyle asmıştı. Evi kötü ruhlardan korusun diye damın üst köşesine kuru bir öküz kafası konulmuştu. Şirin kuru üzerlik otunun tohumlarını boncuk gibi ipten geçirip güzel bir seccade motifi yapmış, her boncuk dizisinin ucuna da renkli bezlerden püsküller takmıştı. Üzerliği kapının üstüne nazarlık diye asmıştı. Yayladan dönen köylüler gözlerine inanamamışlardı. Yeni evlenecek gençler eve bakıyor, hayalleri biraz daha yeşeriyordu. Çocukların rahatça oynaması için büyük bir avlu bırakılmıştı. Avlunun ortasına tulumba vurulmuştu. Tulumbanın önüne de iğde fidanları şimdiden dikilmişti.
Sonraki zamanlarda Şirin’in istediği yere bir ahır yapılmıştı. Avluda artık tandırlık ve samanlık da vardı. Çeşmenin önüne dikilen iğde ağaçları baharda çiçeklenip avluya koku yayıyordu. Gülali ile Şirin yıllardır yaylaya gidip geliyorlardı. Fakat rüyasını gördükleri, hayalini kurdukları, isimleri bile hazır olan çocukları bir türlü olmuyordu. Gülali sözünü etmeye utanıyordu. Kadınlar kendi aralarında büyü, muska vs. gibi yöntemlerle işin üstesinden gelmeye çalışıyorlardı. Fakat denedikleri bütün yöntemler kar etmiyordu. Gülali’in ailesi onu boşanmaya zorluyordu, zürriyet için yeniden evlenmesini istiyorlardı. Kaynanası, Şirin’e kızarak;
-Uğursuz kadın, sen oğlumun soyunu kuruttun, diyordu.
Kaynana ağabeyinin dul kızını Gülali için münasip görüyordu. Şeyh, hekim, molla hepsi dolaşıldı. Şirin gittiği her yerde adaklar adıyordu.
Bu civarda köyleri dolaşıp dilencilik yapan ayrıca büyü ve gönül işleriyle uğraşan yaşlı, kılıksız, iki büklüm yürüyen Sürme adında bir kadın vardı. Evde kalmış kızların bahtını açmak için fal bakıp büyü yapardı. Gençlik yıllarının güzelliğini gösteren geniş yuvarlak, kemikli yüzünün derisi şimdi kırışmış, göz altı derileri torba olmuş aşağı sarkıyordu. Sürme Kadın köyleri gezerken peşi sıra onun gençliği, güzelliği ve aşkları ile ilgili hikayeleri de onunla dolaşıyor, her köyde yeniden şekillenip insanların hayal gücüne göre değişip yayılıyordu. Sürme Kadın, Şirin’in evinden çıkmaz olmuştu. Yaptığı tılsımlı ilaçlar tutsun diye her gelişinde bir hediye veriliyordu. Aradan yıllar geçiyor denediği yöntemler işe yaramıyordu. Sürme Kadın’a göre çocuklarının olmaması kocadan kaynaklanıyordu. Bir gün gizlice Şirin’e bir teklifte bulundu;
-Kocanın zürriyeti kesilmiş, bu bereketsiz kapıda boşuna bekleme, ilkbaharda buradan geçip yaylaya giden yabancı bir sürü çoban oluyor. Senin evin köyün dışında, sürülerin yolu üzerinde. Her gün bu çobanlar kapıya gelip senden su istiyorlar. Sana birini ayarlayayım onunla kaç, çocukların olsun, dedi.
Bunu duyan Şirin tırnakları ile yüzünü parçaladı, saçını başını yoldu. Sürme Kadın’ı kanadından tutup evden attı, peşine köpekleri saldı. Göle dönmüş tarla sınırlarında Sürme Kadın çamurlara bata çıka gözden kayboluncaya kadar köpekler üstünü başını parçalayıp kovaladı. Sürme Kadın bir daha bu civara uğramadı. Bu mesele Şirin’in aklına geldikçe ölüp ölüp diriliyordu. Sürme gittiği yerlerde adını çıkaracak diye ödü kopuyordu. Gülali’ye böyle bir ihaneti nasıl yapardı. Şirin ile Gülali’nin çocuklarının olmaması bütün köyde konuşuluyordu. Bütün bu yaşananlara karşı Gülali’nin gözü Şirin’den başkasını görmüyor, yeniden evlen diyenlere asla itibar etmiyordu. Büyük dervişlerin tevekkülü içinde sabrediyordu. Ona kalırsa her yıl koyunlara, kedilere yavru veren, kuşları bile unutmayan Allah elbette hazinesinden onlara da bir evlat verecekti.
Çeşme başlarında, yolda, orda burda toplanan kadınlardan kimi kabahati Gülali’de kimi de Şirin’de buluyordu. Her gün başka bir rivayet konuşuluyordu. Köylülere göre,
-Zaten aralarında yaş farkı vardı, evlendiklerinde kız daha küçücük çocuktu.
-Gülali dağda koyun otlatırken cin görmüş korkudan zürriyeti kesilmişti.
-Gülali çobanlığa gittiği uzak köylerin birinde başka bir kızla evlenmişti.
-Daha evlendikleri ilk yıl kaynata evine yerleşmeleri uğursuzluk getirmişti.
-Babasının eski bir çobanı Şirin’e aşık olmuştu, kızı alamayınca da muska ile bahtını bağlatmıştı.
-Şirin daha küçükken İranlı bir cinle evlendirilmişti.
-Gülali kızın ahına girmiş, kız istemediği halde büyü yaparak onunla evlenmişti.
Böyle uydurma konuşmalar uzun yıllar sürdü. Gülali ile Şirin’in çocukları olmadı. Boş evde akşamları sessizce oturup duruyorlardı. Gülali radyo dinlerken uyuyakalıyordu. Uzun gecelerde evdeki tek ses Erivan radyosundan gelen ağıt sesleriydi. İğde ağaçları ile çevrili avlularında zamanla ahırları çoğaldı. Koyun sürüleri çoğaldı. Ahırlarının damlarındaki kırlangıçlar her baharda yeniden yavru yapıyordu. Kedileri üçer beşer yavruluyordu. Daha dün evlenen gençlerin boy boy çocukları olmuştu.
Köyde yeni evlenen gençlerin yaptıkları evler, Gülali’in evinin çevresindeki boşluğu zamanla doldurdu. Köye elektrik gelmiş, evlerin kapısında lambalar yanıyordu Köye televizyon ve telefon da gelmişti. Gurbette çocuğu olan anneler akşamları muhtarın evine gidip çocuklarının telefonunu beklerken televizyon izliyorlardı. Samurlu Köyü, uçsuz bucaksız düzlükte kıvrımlar yaparak akan, iki yanı bataklık kaynayan, sazlıklar içinde kaybolmuş Karasu Irmağı boyunca uzanan bir köydür. Elektrik, telefon, televizyon gelişmelere kapalı olan köyde ilkin hoş karşılanmadı. Bu yüzden hacı hocalarda bir telaş başlamıştı. Yeniliklere direnen köyün yaşlıları ilk başlarda Şirin’in çocuk için tedavi görmesine bile razı değildi.
İstanbul’a çalışmaya giden Şirin’in kardeşleri, kaderlerine boyun eğmiş Şirin’i uzun uğraşlar sonunda doktora gitmeye ikna ettiler. Karı koca İstanbul’a birkaç defa gidip geldiler. Son gittiklerinde dönüşleri çok uzadı. İstanbul’dan muhtarın evine telefon geldi. Çocuk için gittikleri hastaneden kötü haber gelmişti. Şirin’in kötü hastalığa yakalandığı, midesinde habis bir ur olduğu söylendi. Şirin ömrünün geri kalanını da doktor ve hastane kapılarında geçirdi. Tedavi için bütün koyunları satıldı. Avludaki tulumbanın başında Şirin’in kendi elleri ile diktiği iğde ağaçları susuzluktan kurudu. Kapıdaki tül sineklik güneşte çürüdü. Ahırların damı çöktü. Duvardaki İran halısını güveler kemirip delik deşik etti. Yağmurda tavan damladı, sedirde yün yorgan döşekler nemlenip çürüdü. Pencerenin önü güve ölüleri ile doldu. Damdaki kalasların kurt yeniği deliklerinden habire sarı unlar halılara döküldü. Şirin bunları görse dayanamazdı. Gülali tek başına kalmıştı, bazen sıtma krizine girip günlerce yatakta ateşler içinde yanardı.
İstanbul’a bu gidişlerinde doktoru Şirin’in elini öpmüştü. Gülali, o gün Şirin’in artık öleceğini anlamıştı. Hastalık gittikçe yayılmış, yapılacak bir şey kalmamıştı. Gülali’i hastasını alıp eve getirdi. Yayla dönüşü vaktinde Şirin köyüne indi. Elleri ile yaptığı yuvasını harap halde görünce avlunun ortasına yığılıp kaldı, aç kedileri etrafını sardı. Evin haline bakınca daha da fenalaştı. Ertesi gün onu devlet hastanesine yatırdılar. Gülali o gece hastane odasında hasta yatağının yanı başında tahta bir sandalyede sıtma ateşinde, yarı uykulu oturuyordu. Oturduğu yerde sanki rüya görüyordu, bir düş içinde kafası eskiye gidip geliyordu, neyin hayal neyin gerçek olduğunu ayıramıyordu. Şirin mi ölüyordu yoksa kendisi mi ölüyor belli değildi. Gece uzamış, doktorlar, hasta bakıcıları ortalıktan kaybolmuş, el ayak çekilmişti. Gülali’nin kulağı uzaktan, Acem elinden bir ağıt gibi süzülüp gelen Hüseyni makamında okunan sabah ezanındaydı, gördüğü düşte öbek öbek gökten süzülüp indiler, kanatları çiğ tanelerinde ıslanarak, ovanın üstünde süzülen melekler indiler, nöbetçi hasta bakıcılarının arasından geçerek kapıyı itip içeri geldiler, direk hastanın yatağına yöneldiler, eğilip kalktılar eğilip kalktılar. Dudakları kıpır kıpır okuyan Şirin sekarattaydı, korkusu tasası geçmiş, serum şişeleri ve öten cihazların içinde kaygısız yatıyordu. Başında toplandılar kuşaklarından çıkardıkları kağıtlara notlar aldılar, beyazlar içinde melekler başında toplandılar, kozasından çıkan bir kelebek misali azat olan bu kederli ruhu da aralarına alıp yükseldiler, evlerin üstünden, çim hisarların üstünden uçtular, serin bir güz gecesi hastane binasının üstünden, tarlaların üstünden kadim dağların üstünden uçtular, bir mağribe döndüler bir maşrike, gökte küçülen bir turna katarı gibi bilmem nereye hangi yöne gözden yittiler.

Mustafa Alagöz

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (2)

5.0

100% (2)

Kuru iğde ağaçları Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Kuru iğde ağaçları yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Kuru İğde Ağaçları yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Etkili Yorum
Hüzünlü peri
Hüzünlü peri, @huzunluperi
12.4.2025 12:57:57
5 puan verdi

Değerli üstad,
Bu yazı, insanın iç dünyasında kaybolmuş duygularla, geçmişin, bugünün ve geleceğin izlerini sürdüğü derin bir yolculuk gibi. Şirin’in hayatı, yalnızlık ve özlemle yoğrulmuş; ama aynı zamanda güçlü bir sevdanın, sadakatin ve umudun izlerini taşıyor. Gülali'nin evlilik, aşk ve aile kurma yolundaki adımları, yalnızca bir bireyin değil, bir köyün, bir topluluğun değişen değerlerini de yansıtıyor.

Yazının her satırında, yaşamın sıradan ama derin anlamlar taşıyan anları, insanın doğa ile olan ilişkisinin ne denli özgün ve içsel olduğuna dair güçlü imgelerle desteklenmiş. Örneğin, Şirin’in kedilerine duyduğu sevgi ve ağaçlarına gösterdiği özen, onun bir nevi evini, köklerini ve kimliğini koruma çabası olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Gülali’nin dönüşümü, genç bir adamın sevgiyle büyüyüp olgunlaşması sürecini sembolize ederken, bu değişim sadece dışsal bir etkileşim değil, içsel bir yenilenmenin izlerini de taşıyor.

Şirin ve Gülali’nin dünyasında, her şeyin zamanla değiştiği ama insanın özlemlerinin, hayallerinin ve içsel mücadelesinin hep sabit kaldığı hissiyatı var. Yalnızca bu yazının değil, tüm insanlık durumunun bir yansıması gibi… Her bir anın içindeki yaşamın, var olmanın sancılı ama bir o kadar da kıymetli anlamı.

Zarif bir dille işlenmiş, kökler ve geçmişle olan bu bağların her satırda hissedilmesi, yazının duygusal derinliğini ve zamanla yüzleşen bir kadının özlemlerini ortaya koyuyor.

Nicelerine huzurla iyilikle güzellikle
Saygılar üstad
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL