2
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
415
Okunma

Geçmiş zaman içinde, köylerden birinde üç çocuklu bir aile yaşarmış.
Baba, hacı olduğundan halk arasında “Hacı Bektaş” ünvanıyla tanınırken, anne, köyün diğer kadınlarından farklı değilmiş.
Gündüzleri tarlaya, bağa, bahçeye gider, akşamları üç yavrusuna, odun ateşi üzerinde kara kazanlarda aşlar pişirirmiş.
Çocukları büyüyüp serpildiğinde, oğlu Memo’yu evlendirmişler. Şenlik, bayram, düğün dernek…
Evin tek erkek çocuğu memonun günler süren düğünü, aylarca bütün köyün dilinde destan olmuş.
On dört yaşına gelen ortanca çocukları Besey… Daha kaderi yolunu çizmeye başlamadan, en küçük kızları aileye büyük bir şaşkınlık yaşatarak, sevdiği delikanlının peşinden baba ocağını terk eder.
Hacı Bektaş bu duruma çok öfkelenir. Komutlar verir, kendini dağlara taşlara vurur ama bir çare bulamaz. Küçük evladı Hanım’ın evliliğini sineye çeker. Sineye çeker ya, yine de gönlü razı gelmez bu evliliğe.
Öfkesinin hırsıyla kızını evlatlıktan reddeder, mirasından men.
Geride kalan oğlu ve kızına sıkı sıkı sarılırken, oğlunun hayırsızlıkları karşısında günden güne de erir.
Hacı Bektaş gençliğinde yememiş içmemiş, birine bin katmak için meteliğe kurşun sıkmışken oğlu Memo, babasının servetini kumar masalarında peşkeş çeker.
Anlayacağımız, “Mal canın yongasıdır,” sözünü birebir yaşar Hacı Bektaş. Kaybettiği her bahçede, her tarlada, her bağda gücünden, sağlığından ve dirhem dirhem aklından verir.
Hastalıklar onu pençesine düşürmeden hemen önce, ortanca çocuğu Besey’e kısmet çıkar.
Henüz dimdik ayakta durabilen Hacı Bektaş, bu hayırlı kısmeti görmezden gelmez. Gelmek istemez. Zira kızına talip olan, kız kardeşinin oğludur.
Hem yabancıya gelin gitmeyecek Besey, hem de adı sanı belli bir ağa evinden, bir başka ağa evine gelin gidecek. Bir baba daha ne isterdi ki?
Bu haberi, bir akşam çocukları ve karısı yün yataklarına uzanmış, bağ bahçe işlerinin yorgunluğunu çıkarırken, eve dönmesiyle karısına verir:
“Haberin olsun Besey, kızını verdim!”
“Kime?” diye sorar Besey Ana, sanki bilmiyormuş gibi.
“Bacımın oğluna.”
“Kızını verdin vermesine de, ona sordun mu Bektaş, gönlü var mı yok mu diye?”
“Hüüs! Körün eline değnek verme!”
Küçük Besey, bu haberi bağ bahçe işlerinin yorgunluğuyla göz kapakları kapanmadan hemen önce alır ve uyur.
Anasının adını taşıyan Besey, farkında bile olmadan kendisine biçilen her kadere, o coğrafyada doğduğu günden bu yana hazırdı aslında.
Zira bazı coğrafyalar, kız çocuğu daha doğmadan belirlerdi kaderlerini.
Nice zaman sonra Besey, birkaç kız arkadaşıyla dağda odun toplamaya çıkar.
Gergilerini hazırlayıp sırtlayacakları sırada, uzaktan bir çobanın sesi duyulur. Köyün cıvıl cıvıl 14’lük kızları, gergilerini yere bırakıp kayalara tırmanarak sesin nereden ve kimden geldiğine bakmak isterken Beseyin de hiçbir şeyden habersiz peşlerinden geldiğini görür, kendi aralarında kıkırdamaya başlarlar.
Aralarında olan ve onlarla aynı merakı duyan Besey, kızların neye güldüğünden habersiz, yanı başlarında uzaktaki çobanı dikizler.
Gülüşmeler yükselince Besey, bir şeyler döndüğünü anlamakla birlikte, ne olduğunu anlayamadığından sorar:
“Neye gülüyorsunuz?”
Kikirdeyen kızlardan büyük olanı, “Sana gülüyoruz Besey, nişanlını nasıl da süzüyorsun öyle.”
Bu sözleri duyan Besey, beyninden vurulmuşa döner. Zira o güne dek nişanlısını ne görmüş ne de tanıyordur..
Merak bu ya, bu kez farklı bir gözle bakar, yanakları al al.
İşte İbrahim, o gün düşer Besey’in aklına.
Aradan yine uzundan uzun, kısadan daha kısa bir zaman geçer.
Bağ bahçe işleri bekler mi hiç.
Hacı Bektaş ilçeye inip ticaret işleriyle ilgilenirken, Besey Ana çalışanlarıyla ekin toplamaya, tarlaya gider.
Evdeki küçük baş sürünün sağılması için Besey evde bırakılır.
Ev işlerini bitiren Besey, öğlenin geç saatlerinde, sıska bedeninin direnemediği yorgunlukla odada bir mindere kıvrılıp uyuyuverir.
Bir süre sonra uykudan, ayak bileğinde hissettiği bir elle sıçrar.
Karşısında bir delikanlı.
İçeri girip, ayak ucundaki mindere oturmuş, kendisini ayak bileğinden kavrayarak uyandırmaya çalışmıştır.
Korku ve endişeyle yattığı minderden ayağa fırlar Besey.
Lakin delikanlı ortalığı birbirine katmasın diye, el çabukluğuyla şalvarından yakalar Besey’i.
Besey durur mu? Şalvarından Tuttuğu gibi, dışarı fırlar.
Fırlar fırlamasına da, kaçmanın ve tutmanın aceleciliğiyle şalvarı “cart!” diye yırtılıverir.
Birkaç dakika sonra ne olduğunu anladığında, yanakları yine al al olur.
Nişanlısıyla tanışmak isteyen İbrahim, onun bu asi davranışını anlar.
Hemen kendisini tanıtır:
“Ben halanın oğlu, İbrahim, nişanlınım!”
Birlikte geçirdikleri ilk zamanlardır. Birbirlerine bakmaya çekindikleri, göz göze gelmekten kaçındıkları…
İşte tam da o gün, İbrahim, Besey’in gönlüne düşer aklından.
Birkaç ay sonra düğün kurulur, nikâh kıyılır, Besey ve İbrahim biri on beş, diğeri on yedi yaşında dünya evine girerler.
(Devamı ilerleyen günlerde.)
Zeynep Perçin
5.0
100% (4)