1
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
324
Okunma

Yaralarım Nedendir ?
Bazı şeyler insana geri dönülmez yollar çizer. Bir sarsıntı, bir kırılma olur hayatınızda ve sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz.
23 yaşında genç bir hekimsiniz. Anadolu’nun ortasında, bozkırın tüm hüznü ve yakıcılığıyla sarıp sarmaladığı bir kasabaya tayininiz çıkar. Elinizde titrek reçeteler kalakalırsınız ortalık yerde. Uzayda kaybolmuş gibisinizdir. Sağlık ocağındaki beş ya da altıncı ayınızı bitirdiğiniz bir günün sabahı, ‘ölü defin raporunu’ yazmanız için cenaze sahibi bir adam gelir. Kasabanın epeyce dışında yoksul bir mahalleye yürüyerek gidersiniz. Ailenin ne arabası ne de taksiye verecek parası vardır. İnanılmaz bir yoksulluğun ortasında, sessizce bekleşen insanların arasından, bir odanın köşesindeki sedirde yatan ölü çocuğun yanına varırsınız. Çocuğun yüzü size çok tanıdık gelir. Bir ara gözünüz sedirin yanındaki komodinin üzerinde duran şişeye ve altındaki reçeteye takılır. Kendi yazınızı tanırsınız hemen. Reçetenin üzerinde yarısı içilmiş öksürük şurubu... Tamam. Bu geçen hafta muayene ettiğiniz zatürreli çocuk. Epeyce bir antibiyotik de yazmıştınız ama onlar nerede? Antibiyotikler işe yaramadı mı acaba?
Defin raporunu yazmak için kapının girişindeki çekyatta otururken babaya yavaşça sorarsınız:
“İlaçların hepsini de kullanmıştınız değil mi?”
Önce duralar baba, sonra özür diler gibi konuşur:
“Biraz durumumuz yoktu Doktor Bey. Öksürük şurubunu alalım da iğneleri sonra yaptırırız dedik.”
İşte o günden sonra yazdığınız her reçete elinize yapışır. Çocuk hastaların reçeteleri hele. Geceleri sıkıntıyla uyanır, gündüz yazdığınız reçeteleri bir kez daha geçirirsiniz zihninizden. Yazdığınız ilaçları alıp almayacağını, nasıl alacağını sormadan gönderemezsiniz artık hastayı.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz hayatınızda.
Sonra aradan bir zaman geçer, bozkır kasabalarında altı-yedi yıl bin yıl gibidir. Bazı şeyleri unutmayı da öğrenmişsinizdir. Hastanenin başhekimi, rotasyonla gelen genç cerrah ve yaşlı pratisyen abiniz Kurban Bayramı tatili için gitmişlerdir. Sabah içinizde bir sıkıntıyla odanızda otururken Savcı Bey’in yardımcısı adli bir olay için gideceğinizi haber verir. Kasabanın etrafını çevreleyen tarlaların birindeki bir ölümlü kaza için malum ekiple yola çıkarsınız. Aylardan temmuz ya da ağustos. Güneş henüz tepede değil. Hasat zamanı. Bozkıra yayılmış geniş tarlaların ortasında karıncalar gibi kımıldanan insanlar. Arkalarında buğday yüklü vagonlarıyla, traktörlerin üzerindeki yorgun çiftçiler uyku akan gözleriyle sizi süzerek yanınızdan geçip giderler.
Tarlanın henüz biçilmemiş başaklarının arasında yatan genç bir ölü. Her yıl hasat zamanı kasabaya gelip birkaç ay gece gündüz çalışan Adanalı biçerdöver şoförlerinden birinin oğlu. Babasının yanında, ona yardım için gelmiş. Gündüz vaktinin tahammül edilmez sıcaklığından kaçarak özellikle akşam serinliğinde çalışan biçerdöverlerden biri bu. Baba-oğul iki gündür uykusuz aralıksız çalışmışlar. Çocuk, uykusuzluğa dayanamayıp mola verdikleri bir sırada, gidip tarlanın kenarındaki başakların altına gocuğunu sererek yatmış uyumuş. Gecenin karanlığında buğday yüklü bir traktör görmemiş çocuğu, tam kafasının üzerinden geçmiş.
Tarla sahibinin canı sıkkın. Onun derdi buğdayların biçilmesi, ‘Aksar mı aksamaz mı’, hasat bekliyor. Savcı, bayram sabahı çağrılmaktan pek mutsuz. Doktor Bey, “Klasik otopsiye gerek yoktur” dese de çabucak eve dönse herkes.
Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şoförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor. Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmiş de bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: “Adana’dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin.”
Sabah rüzgârıyla efildeyen sarı başakların arasında bırakır gidersiniz delikanlının yoksul bedenini. Artık bundan sonra eski Ercan olamazsınız. Kalan ömrünüzde bozkırda esen tüm rüzgârlar hep o çocuğu hatırlatır size. Ekmeğinize kan bulaşmıştır artık.
Evet, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Aradan yıllar geçer. “Artık beni hiçbir şey kolay kolay şaşırtmaz” denen yaşlara gelirsiniz. Anadolu’nun ortasından, etrafını Anadolu sarmış İstanbul’un ortasına gelirsiniz. Esasında çok değişmemiştir hayatınız. Etrafta küçük Sivas’ların, Erzincan’ların, Giresun’ların olduğu bir semttir burası. Hastalarınız aynı. Dertleri aynı. Bir süre önce ziyaret ettiğiniz bir köy derneğinde doğulu bir ailenin hikâyesine şahit olursunuz. Aile on altı-on yedi yaşındaki kızlarını kendinden yaşça çok büyük bir adamla evlendirir. Kız çaresiz evlenir. Bir süre sonra dayanamaz, evden kaçar. Baba kabul etmez, tekrar adama teslim edilir. Kız tekrar kaçar. Baba evine dönemediği için de başka bir şehirdeki akrabalarına gider. Akrabalar haber verir aileye. Gider, oradan da alıp getirirler. Kız bir süre sonra başka şehirlere de gider. Kendince başının çaresine bakar. Aileye göre kötü yola düşmüştür. Abileri tekrar bulur getirirler İstanbul’a. Üç kardeş, kız kardeşlerini bir arabaya bindirip bir süre gezdirirler. Nasıl öldüreceklerini bilemezler. Nihayet otobanda bir viyadüğün kenarına gelirler. Kızın aşağıya kendiliğinden atlayıp intihar etmesini isterler. O başına gelenleri ve gelecekleri çoktan kabullenmiştir artık. Sadece bir şey ister abilerinden:
“Abi, aşağısı çok yüksek. Korkuyorum. Gözümü bir şeyle kapatın ne olur. Kurbanın olum abi, gözümü kapatın.”
Bundan sonra ne olur biliyor musunuz? Yolunuz yokuş olur. Her sabah işinize giderken kullandığınız o viyadük size Sırat Köprüsü gibi gelir. Gözünüz korkuluklarda, kendisini ölmeye zorlayan ağabeylerinden sadece gözlerinin kapatılmasını dileyen o bahtsız kızın siluetini arar. Bir mezarlığın yanından geçerken duyduğunuz yalnızlık ve çaresizliğin aynısını her sabah o viyadüğün üzerinde yaşarsınız. Yaşadıklarınızdan kan ter içinde kalırsınız. Ama bir şeye hâlâ inanırsınız nedense. Bu dünyada hâlâ rüzgârlar esiyor ve onlar sizin terinizi kuruturlar.
Mutlaka kuruturlar...
Ercan Kesal( Peri Gazozu’ndan)
5.0
100% (3)