0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
268
Okunma

Beynimde büyümekte olan tümörün büyümesini durdurmak ve dahası bu tümörü yok etmek için tek bir şansım var; yazmak. Bu okuyucuya elbette komik ya da saçma gelebilir ve elbette öyledir de. Ancak herhangi bir durumun komik ya da saçma olması gerçek olmadığı anlamına gelmez çoğu zaman. İşte bu yaşanılacak olan durum da bu komik ve saçma gerçeklerden birisi. Komedinin temelindeki o çatışma, esasında gülmenin kaynağını hüzünden ve acıdan aldığı anlamına da gelmez mi? Tam bir ters köşe meselesi yani, sağ beklerken sol gelmesi gibi bir şey ya da ağlanacak yerde gülüvermek. Zaten kim demiş ki insanın yaptığı her şeyin bir anlamı vardır ya da anlamı olmalıdır diye? Yani insan ömrünce anlamsız şeyler yapamaz mı, anlamsız davranışlar sergileyemez mi? İllaki her davranışını bir anlama dayandırmak zorunda mıdır? Kim koymuş bu kuralı? Tüm anlamlarından arındırsak ömür ismini verdiğimiz zaman dilimini; her şey daha samimi, daha içten olmaz mı? Ne çok soru oldu ama öyle değil mi? Felsefe ilmi demişti lise yıllarındayken felsefe hocası Ulviye Hanım, cevap verme değil soru sorma sanatıdır, mühim olan doğru soruyu sorabilmektir. O zaman doğru soruyu arama çabasıdır da denilebilir felsefe ilmi için. Ayrıca felsefe ilminin yaşamın temelindeki en mühim ilim olduğu da kuşkusuzdur. Her ne kadar okul ve meslek sınavlarında çıkmadığı için önemsenmeyen bir ders olsa da hayati derecede önemlidir. Şöyle ki eğer felsefe ilmi olmasaydı o zaman doğru ve yanlış, iyi ve kötü bilinemezdi. Bu da insanlığın karanlık çağlardan asla çıkamamasına neden olurdu. Gerçi Göbeklitepe kazı alanında bulunan kalıntılarla bilinen tarih darmadağın oldu ama o da başka bir mevzu.
İnsan beyninde sinsice büyüyen tümörün ilacı yazmak olabilir miydi? Bu tartışmaya hiç ama hiç girmek istemiyorum. Yalnızca bu gerçeği kabul ediyorum. Tümör ya da ur başka bir deyişle kanserli hücrenin tek bir amacı var; büyümek. Bu büyüme hırsı gerekirse ölümüne bir hırs. Yani çevresindeki hücreleri de öldürmek ve gerekirse büyümek adına ait olduğu organizmayı da öldürmek. Hücre için bir tür delilik hali. Şimdi bu kanserli hücreyi, bu tümörü koyu karanlık bir noktaya benzetelim. Bu nokta gün geçtikçe büyüyor. Belki bir nohut boyutuna ulaşıyor. Bu kürenin siyah zift gibi bir yapısı var. Bu karanlık ve koyuluk, kürenin dışından merkezine doğru daha da artıyor. Yani bu karanlık küreyi sonsuz uzaydaki herhangi bir kara deliğe de benzetebiliriz. Öncelikle bu karanlık kürenin büyümesini durdurmak gerekir elbette. Büyümesini durdurduktan sonra da mümkün ise küçültmek ve yok etmek. İşte beyaz kâğıt ya da beyaz Word ekranı üzerine siyah harflerle yazılan her cümle, her kelime bu kanser hücresinin, bu tümörün karanlığı ile yazılmış olsun, bir tür mürekkep misali. İşte bu mürekkebi yani bu tümörü bitirmenin tek yolu ne olur o zaman? Elbette dur durak bilmeden yazmak olur. Benim de bu sebepten bu tümör bitene kadar yazmam gerekiyor. Artık kaç sayfa olur nerede son bulur onu elbette bende bilemiyorum. Belki bin sayfa olur, belki iki bin sayfa olur ve belki de on bin sayfa olur. Bu konuda herhangi bir ölçümde bulunmak elbette mümkün değil. Şimdi diyeceksiniz ki madem böyle bir durum söz konusu, madem yazmakla bu tümör önce duraksayacak ve ardından küçülüp yok olacak o zaman illaki anlamlı bir şeyler mi yazmak gerekli? İllaki imla kurallarına dikkat etmek mi gerekli? İllaki anlam bütünlüğü olması mı gerekli? Yalnızca klavyenin tuşlarına basılsa, yalnızca beyaz kâğıt karalansa olmaz mı? Maalesef olmaz, olamaz. Zira bu işe yaramaz. Bunun nedeni ise bu karanlık noktanın oluşumunda yaşananların, anlamlandırmaların ve hissedilenlerin etkisinin olması. Kendi kendine oluşuvermiş bir karanlık nokta değil ki bu, kendi kendine rastlantısal olarak yok oluversin. Nasıl meydana gelmiş ise aynı o şekilde yok edilmeli. Aksi taktirde yok edilemez.
Bir cümleler sarmalının zaman içinde yoğunlaşan bir noktaya dönüştüğünü hayal edin. İşte tam olarak işim bu düğümü çözmek ve bu küreyi yok etmek. Bunu kendime görev edinmiş birisiyim ömrümün bundan sonraki kısmında. Yazdıklarım okunur okunmaz bunu bilemem. Ama okunursa mutlu olurum hele bir de okunup beğenilirse kıvanç duyarım. Bir de yayımlanırsa işte o zaman ben ölümsüzlüğümü ilan etmişim demektir. Yani bu dünyadan bir kişi geldi geçti ve bu kişinin adı Mesut idi, yazdıkları da ve dolayısıyla yaşadıkları da işte bu kitapta. Ne güzel hayaller öyle değil mi? Hayaller olmadan da yaşam pek tatsız tuzsuz be kardeşim.
Orta Anadolu’nun orta yerinde dünyaya gelmişim. Öyle pek soylu, pek zengin, pek asil bir aile değilmiş benimkisi. Hatta yoksulluk sınırının da altında bir aileymiş. Babam dedemin ilk oğlu. Babamdan önce babaannem ve dedemin birkaç çocukları daha olmuş ancak bebekken ya da babaannem hamileyken ölmüş hepsi. Bu yüzden babamın yeri ailede bir başkaymış. Babaannemin anlattığına göre birkaç bebek ölünce babaanneme bir bilge kişi doğacak çocuğunun adını Yaşar koy ki yaşasın demiş. O zamanlar dedem ve babaannem geniş bir aile de yaşamaktaymışlar. Dedem, dedemin annesi, dedemin kız kardeşi, babaannemin babası hep bir aradaymış. Babaannem çok genç yaşta evlendiğinden bahsederdi ve kaynanasının kendisine baya çektirdiğinden. O yıllarda yoksulluk elbette varmış ancak herkes yoksulmuş. O yüzden yoksulluk pek göze batmıyormuş. Yani dediğim yıllar bundan neredeyse almış, yetmiş yıl öncesi. Şimdilerde ilçe olan Sarayönü o yıllarda köy gibi bir yermiş. Bahçeler, bahçe duvarları pek belirgin değilmiş. Dedem devletin üretme çiftliklerinden birinde işçi olarak çalışıyormuş. Kendi toprağı olsa muhtemelen kendi toprağında çiftçilik yaparmış. Ama dedem de babaannemde Yörük olduklarından kendi toprakları maalesef olmamış, olamamış. Dedemin dedesinin deve çobanı olduğunu söylerdi babam ve hatta babaannemin mahalledeki lakabı Yörük idi, Yörüklerin Havva derlerdi babaanneme. Dedem esmer bir adamdı ama babaannem yeşil çakır gözlü ve hafif sarışındı. Babaannem ve dedem aynı ilkokuldaymışlar. Babaannemi babası ikinci sınıfta okuldan almış dedem de ilkokul beşe kadar okumuş. Ben onların zamanlarının hikayelerini dinlemeye bayılırdım. Babaannemin keyfi yerinde olduğunda çok hoş bir biçimde anlatırdı geçmişte yaşananları. Ama çoğu zaman geçmişten bahsetmeyi sevmezdi. Babaannemin babası ve dayıları tam Yörük. Babaannem dayılarının Yörük çadırlarını bile hatırlıyor.
Babaannemin annesinin adı Güllü idi. Güllü ninemi bende hayal meyal hatırlıyorum. Kucağında otururdum Güllü ninemin ve beraber televizyon izlerdik. Ama bu anı çok eski bir anı. Bir gece Güllü ninemin merdivenlerden düşüp kalça kemiğini kırdığını ve yatalak olup bu yüzden vefat ettiğini de hatırlıyorum. Sanırım dört yaşlarında olmalıyım. Şöyle ki bir gece babaannemlerin evinden dedemlerin evine annemle beraber Güllü Ninemi götürüyorduk. Annem evin önündeki sekinin merdivenlerinde durdu ve ben ışığı kapatayım geleyim dedi. Güllü ninemle ben sekinin merdivenlerinde iken birdenbire ışık söndü ve karanlık oldu. O sırada bir çığlık bir bağırtı koptu. Benim hatırladıklarım bu kadar. Sonra öğrendim ki Güllü Ninem kalça kemiğini kırmış, yatalak olmuş. Zaten kilolu bir insandı Güllü Ninem. Sonraları babaannemle birlikte çok defa mezarını ziyarete gittik, Fatihalar okuduk.
Güllü Ninem babaannemin babasının sanırım ikinci eşiydi. Babaannemin babasının üç eşi vardı. Bu üç eşinin ikincisi babaannemin annesiydi ve babaannemler toplamda on üç kardeşlerdi. Babaannemin babasının adı Mehmet ve lakabı da Kara idi. Kara Mehmet derlerdi. Bu Kara Mehmet dedemin ilk eşinin torunu annem oluyor. İkinci eşinin oğlu ise babam. Belki de ilk eşi babaannemin annesi ve ikinci eşi annemin ninesidir bilemiyorum. Ancak babam ve annem arasında böyle bir akrabalık durumu söz konusu. Belki de hayatta başarılı bir insan olamamamın, takıntılarımın ve beynimde var olduğunu hayal ettiğim tümörün nedeni bu akraba evliliği sayılabilir. Belki de sayılamaz bilemiyorum. Genetik ilminde pek ileride olduğumu açıkçası söyleyemem. Ancak fakültede hayvan ıslahı dersi almıştım, sıkıcı bir dersti ama bilgi vericiydi. Şimdiki ben olsaydım kuşkusuz hayatım boyunca aldığım dersleri daha dikkatli dinlerdim, hepsini bir tamam öğrenmek isterdim. Zira insan öğrenciyken sorumlu olduğu dersleri öğrenmek değil yalnızca sınıfı bitirmek için geçmek istiyor.
Babam babaannem ve dedemin ilk çocukları olduğundan ve daha önce ölen ağabeyleri olduğundan el bebek gül bebek büyütülmüş. Tabi o zamanın şartlarında özen gösterilmiş. Babamın daha sonra üç kardeşi daha doğmuş. Hepsi de erkek olarak dünyaya gelmiş. Yani babaannem ile dedemin tam dört tane erkek evladı olmuş. Toplumumuzda erkek evlat, kız evlada göre her zaman daha iyi olarak değerlendirilir. Ancak bence bu görüş eskimiş ve artık geçerli olmayan bir değerlendirmedir. Yani eğer köy yerindeyseniz, tarlanız bahçeniz ve hayvanlarınız varsa elbette işgücü olması açısında erkek evladın olması iyi bir durumdur. Ayrıca köyde kalabalık bir aileye sahip olmak da ailenin kendisini savunabilmesi için oldukça iyi bir durumdur. Düşmanlarınız kolay kolay ailenize saldırmayı göze alamazlar ya da köydeki insanlar ailenize düşmanlık etmeye cesaret edemezler. Ancak dedemlerin ne tarlaları ne hayvanları vardı ne de köyde yaşıyorlardı. Dedem bir devlet üretme çiftliğinde işçi olarak çalışıyordu. Bir metre arazileri de yoktu. Gerçi babaannemin babasının birkaç tarlası varmış ama üç tane eşi ve on üç tane çocuğu olunca ister istemez onlar da zamanla satıp gitmişler. En son parça iki bin yılında satılmıştı, anımsıyorum. O yıllarda büyük para beklerken azı bir paraya girmişti eve. Zaten babaannemin dedesi horvarda bir adammış. Olan tarlasını da kadınlar için harcamış. Aynı zamanda berberlik ve sünnetçilik de edermiş. Babaannem çok otoriter birisi olduğundan bahsederdi. Bir eşeği, bir tüfeği ve bir feneri varmış. Kesinlikle çocukları bunlara el süremezmiş. Bir de radyodan bahsederdi babaannem. Hepimiz derdi diz çöker akşam ajansını dinlerdik ve çıt çıkaramazdık. Babaannem başına gelen felaketlerden babasının hovardalıklarını sorumlu tutardı. Hep babamın yaptıklarının çilesini çekiyoruz derdi. Ne demişler dedesi çarşıda koruk erik yemiş, evde torununun dişi kamaşmış. Doğrudur belki de bilemiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum rahmetli babaannemi tür inançlar yönetir ve yönlendirirdi. Elbette rahmetli babaannemin bu itikatları yalnızca kendi yaşamını değil bizim yaşamımızı da yönetir ve yönlendirirdi. En net anımsadığım şeyler şunlardı ki; her zaman bizim aile ihanete uğrar, her zaman bizim aile nankörlükle karşılaşır, her zaman bizim aile sırtından bıçaklanır, her zaman bizim aile haksızlığa uğrar, her zaman bizim aile küçümsenir ve ötekileştirilirdi. Bu duygularla büyüdüm dersem sanırım. Oldukça duygusal bir aile idi babaannem ve dedemlerin ailesi ve evi. Ben haddinden fazla duygusallığın aptallık olduğuna inanırım. Ailemin çok duygusal olması sebebiyle sanırım ki birçok ahmaklık ve aptallık normal ve doğru olarak kabul edilebiliyordu ya da önemsenmiyordu. Zaten sonunda bu kadar ahmaklık ve aptallıkla da bu aile üzülerek söylemliyim ki iflah olmadı, dağıldı gitti. Bu durum genel olarak tüm ailelerin mi başına gelir elbette bilemiyorum. Genelleme yapmaktan ise ekseriyetle kaçınırım. Yazacaklarım yalnızca benim yaşadıklarım, benim gördüklerim ve benim hissettiklerimdir, gerisini bilemem.
Aslında dedem ve babaannemin kurduğu aile atmış- yetmiş yıl öncesine göre zamanında değerlendirdiğinde fazlası olmayan normal bir aileydi. Yani atmış-yetmiş yıl önce mahalledeki herkes aynı şekilde yaşamaktaydı. Herkes bilek gücüyle çalışıyordu ve herkesin yaşam koşulları birbirinin aynısıydı. Çünkü daha başka yaşamak bilinmiyordu. Yani herkesin evi kerpiçten yapılmıştı, herkesin tuvaleti evinin dışındaydı ve herkesin mutfağında çeşme ve lavabo yoktu. O yüzden bundan atmış-yetmiş yıl önce dedemlerin ve babaannemlerin ailesi herkesle eşit olduğundan kötü durumda sayılmazlardı. Ancak dedem ve babaannemin evi değişemediler ve gelişemediler. Kuruldukları gibi kaldılar. Yıllar içinde insanlar kerpiç evlerden briket ve betonarme evlere geçtiler. Tuvaletlerini dışarıdan içeriye aldılar, mutfaklarını evin içine taşıyıp lavaboyu ve çeşmeyi evin içine aldılar. Mahalledeki evlerin çoğunun çatısı kiremit ve etrafı mantolama ile ısı yalıtım yapıldı. Çatılarına güneş enerjili su ısıtıcıları bağlandı ve hatta kanalizasyon sistemine bağlandı bu evler. Ancak bu gelişme ve değişmelerin hiçbiri dedemlerin evinde gerçekleşmedi. Dedemlerin evi ilk kurulduğu gibi kaldı. Biz hala tuvalete yaz kış dışarıya çıkıyor, hala suyumuzu bahçedeki çeşmeden taşıyor ve kışın toprak damımızdan kar kürüyorduk. Tuvaletimizin yanındaki lağım çukurundan lağım taşıyorduk. Ama tüm bunları yapan bir biz kalmıştık mahallede ve sanki zamanın gerisinde kalmıştık. Bizim tuvaletlerimiz de kanalizasyona bağlandı ama komşuların şikayetiyle ve belediyenin zoruyla. O zamanlar bu durumu anlayamamıştım ama şimdi anlayabiliyor ve görebiliyorum. Dedemin dört oğlu vardı. Dedem senelerce işçi oldu ve çalıştı. Sonunda emekli oldu. Ama dedem emekli olduğunda dört oğlu hala işsizdi. Dedemin tarlaları, bahçeleri ve hayvanları yoktu. Dedemin ömrü işçilikle ve hamallıkla geçmişti. Çocuklarının okumasını istedi ama çocukları okumadılar. Kendisi gibi işçilik yapmalarını istedi ama onu da yapmadılar. Sonuç olarak dedemin çocukları yani babam ve amcalarım da dedemin eline baktığından yakıcı bir yoksulluk her yanı sarmıştı. Yoklukla yiğitlik olmaz derler. Dolayısıyla da maalesef dedemlerin evi zamanla değişemedi ve gelişemedi maalesef. Dedemin tüm komşuları dedem gibi ömürlerince çalışmışlardı ve hatta çalışırlarken dedemin durumu onlardan daha iyiydi. Ama ne zaman emekli oldular o zaman kendi çocukları okudular ya da çalıştılar. İşte bizim ailemizle komşularımız arasındaki fark buydu. Onların çocukları okumuşlar ya da iş bulmuşlardı. Ama bizimkiler ne okumuşlar ne de iş bulmuşlardı. Çalışan ve yoksulluktan kurtulan ailelerde zamanın gereklerine uyum göstermişlerdi. Aslına bakılırsa dedem ve babaannemin kurduğu aileye en büyük darbeyi babam vurmuştu. Yani ben öyle görüyorum.
(Devam edecek)
5.0
100% (1)