Paranın öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır. walter scott
mehmet necip özmen
mehmet necip özmen
VİP ÜYE

Delilin Var mı Hoca?

Yorum

Delilin Var mı Hoca?

0

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

189

Okunma

Delilin Var mı Hoca?



Sokak kapısının çıkışta hemen sağındaki çuval dolusu zeytin tatlandırma curunundan akan koyu renkli su damlalarına baktı. Siyah zeytin tatlandırma biçimlerinden biriydi bu yöntem. Çakıl tuzla harmanlanmış, kendir çuvala doldurularak üzerine ağır taşlar konulmuş bir aileye yetecek kadar yemelik zeytin. Geleneksel tatlandırma biçimiydi ve çok da lezzetliydi bu tatlandırılmış, acı suyu akmış, ancak oldukça tuzlu koyu kahverengileşmiş, buruşuk bir çeşit yöresel yağlı zeytindi geçerken kokusu genizleri yakan. Açık havada, ‘kar yağmur altında da oluyordu demek ki’ diye geçirdi içinden. Avlunun bir yanında güneye bakan aynı sırada üç tahta kapı, üç oda sıralıydı. Karşısında ise, yıkık dökük bir ekmek yapma yeri (tandırlık) ve az ileride aynı sırada üzeri açık, eğreti kapılı, ortak kullanılan, taşındaki deliği nişan alarak çömeşilen yüznumara yer alıyordu. Genişçe toprak bir avlu, kerpiç yapılı insan boyunda komşuya geçiş sağlayan yarı yıkık bir kerpiç duvar gediği ve sadece sokak kapısına yakın büyükçe bakımsız bir dut ağacı vardı.
İlk atandığı bu ilçedeki okula yakın pasajlardan birinde, manifatura dükkanı olan iki kardeşle tesadüfen merhabalaşıp tanışarak bir-iki odalı ucuz kiralık ev aradığını sormuş, onlarla yakınlaşmış, çocuklarının da öğretmeni olacağı hesabıyla yakın bir dostluk kurmuşlardı. Ve bu küçücük bir ahırdan bozma odacığı önermişlerdi. Bu ev, akrabalarının eviydi. Yaşlı karı koca ve yüksek okullara henüz hazırlanan lise eğitimini henüz bitirmiş tek oğulları Erol ile bitişikteki biraz daha büyükçe odayı paylaşıyorlardı. Banyoları yoktu. Kapı ardındaki eşikte bir iki kova suyu kalayı kararmış bakır tas ile dökünerek, eh işte kötü kokuları yok edecek kadar sabunlanıp, liflenip, çamaşırları değiştirerek kirlerinden bir nebze arınıyorlardı. Hocanın (öğretmenin) odası daha önceleri inek bağlanan, hatta duvara çakılı halkaları bile yerinde duran sekiz on metrekarelik bir odacıktı. Çalı süpürge ile yapıldığı izlerden belli olan kireç badanalı bu ufacık odacığa ancak bir somya sığıyordu. Baş ucunda bir girinti ve üzerinde kalın kavak latadan bir raf vardı. Hepsi bu kadar olan odacığı sırf gecelemek, uyumak için kullanacaktı. Bir de kendisinin onayı alınarak kapı ardına kocaman içi sıkış tepiş, tam yıkanmamış birazcık koyun dışkı ve çişi kokan koyun yünü konmuştu. İleride hocanın öfkelerini yatıştıracak ‘tekmeleme çuvalı’ olarak(!) da işine yarayacaktı..
Büyük şehir altmış kilometre uzaklıktaydı. Şimdilik hafta sonları büyük ailesinin yanında kalıyor, hafta içi mesai saatleri, bu kaçakçı Suriye sınırı ilçesinin ortaokulunda; ilk atandığı okulda görev yapıyordu. İlk işyeri, ilk göreve başlama okuluydu. Zaman; afet, merkez otoritenin kimileyin yetersiz kalıp, yularını kaptırdığı iki üç yönlü seçmen kitlelerinin ve denetimsizliğin, ya da tarafgirliğin oluşturduğu’ kim vurduya gitme zamanıydı.’ Enstitü yılları delibozuk geçmiş; boykotlar, eylemler, başka başka şehirlerdeki yüksek öğretim kurumlarına sürgünlerle; kimileyin işbaşına gelen hükümetlerin irade ve görüşleri gereği sol görüşlü (solcuların) egemen olduğu, kimileyin sağ görüşlü (sağcıların) egemen olduğu, öğrencilerin davranış ve düşüncelerinin bir o yana, bir bu yana savrulduğu yıllardı… Her iki ana grupta da çeşitli dernekler türemiş, hatta bazı kahvehaneler, bazı sokak ya da mahalleler bir görüşün egemen olduğu yapılar ile donanmıştı. Genellikle bu eylem, söylem ve hareketler gençler ile yürütülüyor, çocuklar ya da yaşlılar ulak olarak kullanılıyorlardı. Hemen tüm devlet daireleri ya da resmi olsun, tüzel olsun, tüm kurumlar politik bir görüşün ağırlıkla, yoğunlukla oluştuğu yerlerdi. Bütün eğitim kurumlarında yoğun biçimde karşıt görüşler, hareketlere dönüşüyor, gruplar arası çatışmalar çok sıkça yaşanıyordu.
Okullara veya diğer kurumlara haberler el altından ivedilikle yetiştiriliyor, çalışanlar ya gösterilere ya da öldürülen birilerinin cenaze törenlerine katılarak, sloganlar atıyorlar, kimileyin taşkınlıklar yaparak geçtikleri yerlerdeki karşıt görüşlerin cam çerçevelerini indiriyorlardı. Karşıt gruptan birilerini tanırlarsa oracıkta icabına(!) bakıyorlar, ‘kim vurduya’ doğru götürüyorlardı olayları. Öldürülenlerin tabutlarının ardından kalabalık öbekler halinde yürüyüp sloganlar atmanın adı miting konmuştu.
Henüz iki aylık bir süreç sonunda okul idaresince çağrıldı genç taze öğretmen(hoca.) Okul müdürü ve yardımcıları sağ yönlü kişilerdi. Gerçi bazıları, ne nalına ne mıhına gibi ılımlı bir davranış içinde davranmış gibi olsalar da ancak, ‘emir demiri keser’ ilkesiyle, uygulamalarda acımasız ve merhametsiz olabiliyorlardı. Okul müdürü, fanatik sağ görüşteydi. Bıyıklarının uçları aşağıya doğru keskin oklar çizerek iniyor, ilçenin yerlisi olarak, kalburüstü hatırlı ailelerinden birinden olan ve de grubunun büyük desteğini her an çevresinde hissederek öyle müthiş bir ses tonuyla gürlüyordu ki; sanırsınız gök gürlüyor, sağanaklar bocalanıyordu üzerinize. Tıfıl hoca kapıyı tıklatıp içeriye girdi. “Beni emretmişsiniz müdür bey.” “Gel bakalım hoca! Bir görevlendirme yazısı geldi milli eğitimden. İdare amirimizin de onayı ile yeni bir yere atandın!?” Bu ne demekti, ne anlam taşıyordu bilemedi?. Eline tutuşturulmadan önce uzatılan, büyükçe kara kaplı bir evrak defterinin kalem ucuyla gösterilen sütununu imzalaması istendi. İmzaladı itirazsız. Okudu. Kırk küsur kilometre uzaklıktaki bir köy ortaokulunda görevlendirilmişti…
Başından aşağı kaynar sular döküldü sanki. Ağzı kurudu, yutkunmak istedi, olmadı, neredeyse donuna kadar terlediğini hissetti. Evet, en genç olan ve en son gelen kendisiydi. Gereksinim durumunda ilk gönderilmesi gereken de kendisi olacaktı. Zahir bu iş böyleydi. Dizlerinin bağı çözülmüş, ayaklarını mazotlu tahtalara sürüyerek çıktı odadan. Aylardan kasım ve soğuk hava olmasına karşın, bütün bedeni ısınmış, sıkıntıdan ağzı dili damağına yapışmıştı. Yine yutkunmak istedi, boğazı düğümlenmişti, olmadı. Diğer yeni binaya doğru yöneldi. Öğretmenler odasına geçti. Dolabını açtı. Not defterleri ve öğrencilerin sınav kağıtları rulalarını alıp müdür yardımcılarından birine doğru gitti. Kimse ne görmüş ne de duymuştu. Solcuydu ve buradaki işi bitirilmişti..
Yol izni yoktu. Hafta içi olduğundan devrisi günü yeni görev yerine gitmesi gerekecekti. Hücresinin (evdeki odasının) yolunu tuttu. Herkes derste olduğundan sessiz sedasız okulu terk etmişti. Ağlamak istiyordu, etraftaki bakışlardan utanıp kendini tutuyordu. Göğsü yumruk yumruk ağıt doldu. Gözleri dolu dolu eve vardı. Kravatını paltosunu çıkardı. Küçük valizini hazırladı. Bilmediği bir köye gidecekti. Hafta sonuna kadar yetecek temiz giysilerini tıkıştırdı. Gün henüz öğlene varmamıştı. Neyi bekleyecekti ki? Çarşıya varıp babasını ankesörlü telefonla arayıp haber verecek ve çarşıdan merhabası olan birine sorup, köye, yola koyulacaktı.
Yılların öğretmeni olan babasına ulaşamadı. Annesi ile konuştu. O da “La ilahe illallah” deyip biraz serinletmeye çalıştı kendisini. Ev sahipleri evde yoktu. Beş on dakika içinde toparlandı. Elinde valizi çarşıdaki pasajlardan birine girdi. Öğrencisinin babası Kazım amcanın kaçak eşyalar satan dükkanına selam vererek girdi. Herkes, ‘hocam’ lafını duyunca ayağa kalktı. İşlerini çabucak bitirip orayı ter kettiler. “ Görevlendirme yapmışlar Kazım amca” dedi. Haki parkasının cebinden kağıdı çıkarıp tane tane okudu. Sevildiği için, bir süre sessiz kaldı adamcağız. Sonra, ne yapacağını sordu. “Hemen gitmem gerekiyor, ne ile nasıl gideceğimi sormak için geldim.” Dedi hoca. Uzakça ve yolları bozuk bir zeytinlik, bağcılık köyü imiş. İnsanlarının iyi olduğundan filan konuştu. Muhtarını tanıdığını, ona selamını iletmesini söyledi. Hatırlı bir esnaftı. Kürt idi. Yine çevre kürt köylerinden birinden gelip, merkeze yerleşmişlerdi yıllar önce. Pasaja yakın bir yerdeki meydandan kaçakçı jiplerinin o bölgeye yolcu taşıdığını söyledi ve hocayı üzgün bir tavırla (ahlarla vahlarla) uğurladı. Hava kapalı, gökyüzü morarmış, sanki biliyormuşçasına bu durumu bir utanç kokusu sarmıştı her yanı. Birazdan o tarafa yolculuk yapacaklarla buluştu. Çoğu daha önceki köy ve yol çatılarında inecek kişilerdi. Kendisi ise son durak sayılacak daha ilerilerde epey yürünecek uzaklıktaki köye doğru gidecekti. Yağış çisentilerle başladı. Uzun şasi dedikleri amerikan jipine doluştular. Öğretmen olduğu için öndeki şoför mahalline üç kişiyi et ete yapışık biçimde onu da aralarına aldılar, köylere doğru yolculuk başladı.
Birer ikişer arka taraf boşalmaya başladı. Bir süre sonra ön ikili koltukta kendisi ve kirli sakallı poşulu genç şoför kalmışlardı. Yağmur daha da şiddetlenip irileşmişti. Silecek motorunun sesi içeriden tıslayıp cızırdayarak duyuluyordu. Şoför yol kenarında bir tarlanın kıyısında durdu. Buradan öte çamur kabarık, yer yer çukur ve göllenmiş su birikintileri vardı .Zaten çoğu yerden kayarak geçip yol almışlardı. Binerken paraları toplamış, yol üzeri eski bir benzinlikten yakıt alıp yola koyulmuşlardı. Valizini alıp jipten çamur tarla kenarında indi. Korna ile veda sesi verip oradan geriye doğru başka yöne ilerledi araç. Yapayalnızdı…
Yol bataklık gibiydi. Epey uzakta tepemsi zeytinliğe doğru hoplaya zıplaya sekerekten , çamur ve su birikintileriyle dans edercesine yürümeye başladı. Allahtan paltosunu evde bırakıp haki parkasını giyinmişti. Pantolonunun paçasını çoralarının içine soktu. Kapişonu kafasına geçirip yağmurdan korunmaya çabalayarak epeyce ilerleme uğraşı verdi. Uzunca bir süre sonra arkalardan bir motor sesi ile irkilip durdu ve geriye dönüp bakındı. Aşağılardan bir motosikletli geliyordu. Kaya kaya yol alıyordu. Bekledi. Bir süre sonra şapkası naylon kaplı, paltolu, sıska, kirli sakallı, ufak tefek, Çapraz deri kuşaklı kocaman çantasıyla, gri resmi elbiseli, şapkasındaki sarı şeritten posta memuru olduğunu sandığı adam yanına kadar gelip durdu. Selamlaştılar. İkisi de sıçan gibi ıslanmıştılar. Postacının motoru güçlü bir rus motoruydu. “Hayırdır kardaş, bu yağmurda çamurda” diyerek nereye gittiğini sordu. “Şu ileride ortaokulu olan bir köy varmış. Oraya görevlendirildim.” Postacı şöyle bir ggeriye kaykılıp yandan yandan baktı öğretmene. Sanki mihenge vurup ölçüp biçmişti. “ Bin arkama” diyerek çamurdan kütleler oluşmuş ayakkabılarıyla arkasına aldı ve valizi de kucağına sıkıştırdı öğretmenin. Kah kayarak, kah zıplayarak yavaş yavaş ilerlediler. Arada yarı dönüp bağırarak sorular sordu postacı. O da bağırarak yanıtladı soruları. Rüzgar ve çıvgın buz gibi vuruyordu yüzlerine. Toprak, çamur, ağaçların nefes kokuları arasında minaresi görünen köye doğru yaklaştılar. Yolun sağında durdu postacı. Kerpiçten evin damındaki birine seslendi; “Hoca mektupların var, ikisi sarı zarflı, resmi.” Damdaki adam beklemesini söyledi. Elindeki tahta ve keseri oraya bırakıp aşağıya geldi. A- aa! Tanıdık bir yüzdü bu. Birden seslendi: “ Süleyman, sen misin?” Adam ve postacı şaşırdılarsa asıl şaşıran kendisi oldu. Motordan inmeye çalıştı, yardım ettiler. Yüzüne düşen kapişonu kaldırıp yüzünü gösterince, “Vay! Suphi sen ha! Hayırdır ya!” Anlatması çok kısa sürdü. Derin sessizlikler oldu. Postacı motoruna binip köy meydanına doğru gitti. İkisi yolun kenarında, ayaküstü konuşmaya başladılar. Bak şu işe!
İçeriye davet etti Suphi’yi. Saç sobada odun yanıyordu. İçerisi biraz duman ve is kokuyordu. Kerpiç iki odalı bir yapıydı. Ahşap eğreti yapılmış divana iliştiler. Süleyman ile eğitim enstitüsü birinci sınıftan arkadaştılar. Sonra dokuz on kişi kalınca karşıt grubun baskısı artmış, orayı terk etmeleri istenmişti. Hatta bir gün sınıfları basılmış. Kapı ardına sıraları, masayı sandalyeyi yığarak korunmaya çalışmışlardı. Kızlar yoğundu sınıfta, ancak onlara pek bir şey diyen olmuyordu. Biraz da, ne etliye, ne sütlüye karışan cinslerden değillerdi. Kapıdan gür bir ses duyulmuş, “Suphi gardaş, ben Emin, kimse bir şey yapmayacak, kapıyı açın görüşelim” dedi. Emin’i okulun arka bahçesinde solcuların kalabalık egemen olduğu geçen yıl sıkıştırmışlar, ben de onun düzgün bir insan olduğunu söyleyerek, görüşteki arkadaşlara kefil olduğumu söyleyerek bırakılmasını sağlamıştım. Sonra binanın dibinde bir süre oturmuş ellerini avuçlarını göstererek , “bu ellerle patates söktük tarladan, çiftçiyiz gardaş. Kim beni ne yapacak anlamadım.” Diyerek gözleri dolmuştu. Bıyıkları bükük, iri kıyım biriydi. Sonradan öğrendik ki liderlerden birisiymiş(?).. Kapıyı ben açtım. Emin ile merhabalaştık. Diğerleri iki sıra olmuşlardı. Kiminin elinde ahşap jop, kiminin elinde sallanan orta kalınlıkta zincirler vardı. Diğer aletler de sanırım zula bir yerdeydiler. Sadece yüzümüze sırlı tükürüklerle protestolarını gösterdiler. O kadarına Emin de bir şey demedi. Okul idaresi alt giriş kattaydı. Müdür yardımcılarından birine gittik, o parti sanırım dokuz kişiydik. Tasdiknamelerimizi kısa sürede alıp, orayı bir daha dönmemecesine terk ettik. Diğer hızlı solcu arkadaşların çoğu bizden önce değişik bölgelerdeki okullara kayıtlarını yaptırmış, ailelerimiz burada olduğundan en arkada bizler kalmıştık. Gittik. Başka başka şehirlerde evler tuttuk, nakil kayıtlarımız yaptırdık ve aynı şehirden yedi arkadaş üç dört yüz kilometre ilerideki bir şehrin eğitim enstitüsüne kapağı attık. Attık da; “neden orada kalıp mücadelenizi vermediniz, siz korkak mısınız?” gibisinden solun kürt gruplarının söylemleriyle karşılaştık. Sanki kolaydı. Sanki ölüm yoktu ucunda… Neyse ki kabul görüp birlikte yoğrulup yaşadık bir buçuk dönem orada.
Süleyman kalıp da orta yolu sürdürenlerdendi. Nasıl becermişti, bilinmez. Ama o da bir uğraş verip, eziyetlere katlanmış, belki de onlarla aynı mekanlarda söyleşilerde bulunmuş, ancak pasif kalarak şu yoksul dünyalarından sıvışıp, bir tavaya kulp olmaya çalışmıştı.. İkisi de matematik öğretmeniydi!?... Suphi, kocaman tam donanımlı bir okuldan, şu ufacık köyün derme çatma ortaokulunda görevlendirilmiş, şu talihe bakın ki ikinci matematik öğretmeniydi. İçinde fırtınalar koptu. Karma olarak bir sınıf yapmışlar ve aspirin gibi her derde deva bir öğretmen müdür atamışlar, toplam otuz öğrenciyle bir matematik öğretmeni ( şimdi iki oldu), bir Türkçe öğretmeni( çoğunlukla izinli ya da raporlu) , bir de fen bilgisi öğretmeni verilmiş hem de kararnameli, kendisi yok, gelmemiş, yani müstafi sayılmış ilçe milli eğitimce...(!?) ) Kimi dersleri ücretli olarak ilkokul öğretmenleri yürütüyordu. Köylü durumdan memnun, çocuklar evlerindeydi, okul köylerinde, öğretmen köylerindeydi…
Politik istek, baskılar veya oy toplama sonucu seçimler öncesi milliyetçi cephe (MC) hükûmetlerince ve de köylüler ile muhtarın politik bindirmeleri sonucu çocukları hiç değilse gözlerinin önünde bir orta okula kavuşmuşlardı, ‘sonrası gelirdi’ düşüncesiyle. Süleyman orta yolcu ve yoksul bir ailedendi. Hal hatırdan sonra “bak, sana ne anlatacağım Suphi.” Diyerek yakın zamanda gerçekleşen bir anısını anlatmaya başladı. “Bakanlık orta öğretime bir yazı gönderdim. Otuz öğrencimiz var, kömür ve soba istiyoruz.” “Ne oldu bil? “Otuz adet kömür sobası geldi…” Kahkaha atarak güldü. “Bir yazı daha yazıp durumu anlattım. Sobalar il ve ilçeye gönderildi. Hem de hepsi. Artık istemedik. Saç soba ve çocukların günlük getirdikleri zeytin, fıstık, bağ kökü odunlarıyla idare ediyoruz. Ha! Şimdi n’olacak? Bir şeyler yiyelim, muhtarlığa gidip konuşalım.” diyerek ayağa kalktı. Suphi’nin ne yiyecek ne de içecek canı iştahı kalmıştı. Rica etti ve birlikte valizini de alarak muhtarlığın yolunu tuttular. Süleyman’ın davet edecek aşı, yatıracak yeri yoktu, görmüş, kararını vermişti, anlaşılan Süleyman; bir başına büyük bir uğraşın içindeydi. Az önce damda keser ve çivilerle öğrencilerin kırdığı bir sırayı tamir ediyormuş!
Hava kararmaya başlamıştı. Muhtarın köy odasında olduğu söylendi. Oraya yöneldiler. Her yer vıcık vıcık çamurdu. Tek katlı düz damların kısa bacalarından odun dumanları tütüyor, kokuları geliyordu. Muhtar gözetlemiş olacak ki kapıda karşıladı hocaları. Postacı bildiği kadarıyla her bir şeyi anlatmış, o da az çok bilgi sahibi olmuştu yeni gelen öğretmen hakkında.. Gelenektir, hemen bir horoz tutup kesmişler akşama konuk edecekleri otuz kişilik okullarının ikinci matematik öğretmenini ağırlayacaklardı. Köy odasında misafir edip bir süreliğine ne yapacaklarına karar verecek, akşamı köyün ileri gelenleriyle birlikte geçireceklerdi. Büyük ince uzun bir odaya alındılar. Pek çok dam gibi üzeri toprak ve direklerle kaplı değildi, belli ki köylü daha mazbut bir köy konağı yapmaya karar vermiş, sıvası, boyası, yüklüğü, en önemlisi tuvaleti giriş kapısının dibindeydi. “İnsan hangi şartlarda nelere seviniyor” diye geçirdi içinden. Üzeri hâlâ ıslaktı. El uzatıp hoş geldin diyenler çokça oldu. Zayıf kuru birisi parkasını sırtından almak istedi, izin vermedi. Kendi çıkarıp girişin az ilerisindeki tahtaya çakılı uzun mıhlardan birine iliştirdi. Valizini parkanın altına yere koydu, gösterilen yere başköşedeki minder ve kol dayayacak yastıkların aralığa bağdaş kurarak oturdu. Süleyman da yanına ilişti. Asker çömeşmesi yapıp içeridekilere okkalı bir selam verdiler. Selamlar karşılıklı uçuştu. Bir süre sonra pek bir şeyler konuşmadan kaçak tütünlerle yine kaçak Suriye kağıtlarına sarılan sigaralar bir bir, biribirlerini gözeterek önlerine atıldı. Bu bölgenin geleneksel ilk ikramlarından biriydi. Neredeyse hemen herkesin birer gümüş veya parlak metalden tütün kutusu ile içinde telin arasına sıkıştırılmış küçük desteler halinde sarma kâğıtları vardı üzeri Arapça bir şeyler yazılı. Köy odasının bitişiğinde mutfağımsı bir tandırlık; ekmek, yemek, bulaşık kap kacağın bulunduğu bir odacık daha vardı. Dıştan ayrı kapılı ve aynı merdiven basamaklarının kullanıldığı.
Merhabalar da çoğalarak verildi, karşılıklı eller göğüslerde saygı gösterileri yapıldı. Bir mırracı (büyücek ince uzun cezvede uzunca kaynatılan acı kahve) iki fincanı biribirine giydirip şıklatarak, herkese dönüp dönüp ikinciyi de yudumlattıktan sonra muhtar, kalın ve gür bir sesle yeni gelen hocaya yönelerek;” hoca, hoş geldin tekrar. Ben köyün muhtarıyım, şu, şu ve şunnar da azalarımız.” Dedi. “Duyduk ki sen de matamatik hocasıymışın. Hem de Süleyman müdür ile aynı mektepten argadaş çıkmışın.” Pek çok şey duyulup yayılmıştı. Ancak meraklı gözler ve kulaklar daha ilginç şeyler duymak peşindeydi. Niye ki, iki aynı branş avuç içi kadar köye? Değil mi? Önemli bir sebebi olmalıydı. Süleyman herhangi bir uyarıda bulunmamış, konuşma, anlaşma, tanışma işini tamamıyla Suphi’ye bırakmıştı. O da iyi biliyordu ki her şey bir anda burnundan getirilebilirdi. Gerçi yüzünden her bir şeyi anlaşılıyordu Suphi’nin. Üst dudağından sarkan kalınca ve uçları içe kıvrık küt uçları olan bıyıkları ile yanaklarında neredeyse kulak memelerine değgin uzayan zülüfleri (favori de deniyordu) besbelli solcu bir tip olduğunu tescilliyordu(?). O meraklarını doğrudan gidermek yanlıştı. Hafif meşrep biri olmaktansa, biraz gizemli bir kisveye bürünmek daha iyi olacaktı.
Yorum yapmadı. Sadece büyük bir yanlışlık olduğunu, bu görevlendirmenin hatayla yapıldığını söyleyebildi. Elbette ki inanan olmadı. Başlarını hafifçe yukarı kaldırıp birbirlerine baktılar. Bu akşamın konuğunu rahat ettirmeye eğilimleri olduğunu, konuyu bir daha açmayarak imgelediler. Süleyman ise oldukça tedirgin bir edayla bir onlara bir Hulusi’ye kısa kaçamak bakışlar atarak derin düşünceler içinde olduğunu belli etti. Sessiz kalmak da işe yarıyor, saygı duyulan kişi oluyordu.
Orta yere uzunca desenli sofra muşambası açıldı. Bardaklar, ayran sürahileri ve kalaylı tabaklar serpiştirildi. İçerisi tütün dumanlarından gözleri yakacak kadar yoğunlaşmıştı. Arada kapı açılınca oynaşan dumanları bir daha, bir daha ciğerlerimize çekiyorduk. Hoş kimsecikler de rahatsız değildi. Köylerde kimse sizli bizli konuşmazdı. Bölgenin tümü, hatta ülkenin belki de tamamında bu içten anlatımlar vardı. Üzeri ayıklanmış horoz etleri serpili bulgur aşı büyücek bir tepside ortaya kondu. Bir diğeri leğende salçalı haşlama tiridini getirdi. Her iki büyücek kaba karabiberin çokça serpelendiği belli oluyordu. Ne de olsa huduttan bolca getiriliyordu ve bu tür baharatlar bölgede bolca bulunuyordu. Kuru soğanlar ayrı bir sahanda getirilip dağıtıldı. Muhtarın ve yaşlı birilerinin besmele komutuyla herkes birer adımlık öne, sofranın kıyısına doğru bağdaş halinde veya asker oturuşuyla iliştiler. Kimi sahanına bir iki kaşık aldı, kimi leğen ve tepsiden yemeyi tercih ettiler. Kaşık sesleri ve ağız şapırtıları arasında yemekler yendi. Bir süre sonra demli kaçak çaylar içildi. Sobaya yeni kütükler atıldı. Yeni sigaralar sarıldı. Kimileri meşhur markaların filtreli sigaralarını parmaklarıyla paketinden tıklatarak çıkarıp sundular. Zeytinliklerden konuşuldu, okulun ihtiyaçlarından söz edildi, traktörler ve yağışlardan konuşuldu, gece ilerledi, gözler uyku yangısıyla daha derinlikli ve uzunca kapanıp açılmaya başladılar. Zaman zaman sessizlikler oldu. Muhtarın sesi duyuldu: “Misafir yorgundur. İyi geceler diyerek yalnız bırakalım. Mıstık sen de yüklükten yatak, yorgan ve yastığı hocaya hazırla.” Deyip, konaktaki köylüleri ve müdür Süleyman’ı ayaklandırdı. Günlük; kaygı dolu, eziyetli süreç, yerini dışarıdaki şiddetlenen yağmurun sesine ve sobadaki yanan odunların çıtırtısına bıraktı. El etek çekildi.
Bu nasıl karmakarışık uygulamalarla dolu ve can sıkıcı bir gündü.. Kişilerin ya da bazı farklı düşüncelerin garezi, hırsı, henüz meslek yaşamına başlamış bir insanın üzerinde yoğunlaşmış, o kişiye yapılan eziyet diğerlerinin duygularını tatmin eder olmuştu. Aslında her şey yanlışlarla başlayıp, yanlışlarla sürüyordu. Ta gerilerden başlayarak, öğrencilik yılları hengâme içinde geçmiş, ne lise yılları ne de eğitim enstitüsü yılları, bir öğrencinin olması ve alması gereken ciddi eğitim öğretimin yerine bir yığın politik, zıtlıklarla doldurulmuş; ülkelerin yönetim biçimi, insanların sosyalleşmesi ve bu gibi hiç de yaşları gereği olmayan derinlemesine dalınan bir denizde boğulmuşlardı. Bir Çin’den, bir Sovyetler birliğinden, bir batı liberal ya da kapitalist, bir de faşizan geniş yelpazenin dergileri, kitapları, manifestoları arasında şaşkına çevrilip; mutlak bir grubun, fraksiyonun şiddetli taraftarı ya da savunucuları olmuşlardı. Bu tür etiketler kişisel yapılarına yapıştırılmış ve ister istemez taraf seçmek zorunda bırakılmışlardı. Gerçi orta yollu yaşamayı tercih edenler de vardı. Ama hiç de mutlu değillerdi. Sürekli bir boşluk, sürekli bir eziklik içinde çoğu eziyete katlanır olmuşlardı. Yani kısaca ‘ilkesizlik’ deniyordu adına… Gençlik, kimi dernek ve bu gibi oluşumlarda zaman geçiriyordu. Bu durum, öğrenciler için kaçınılmazdı. Hangi grup olursa olsun, bir araya gelip toplaştıkça, bir yerlerden komutlarla saldırganlaşıp karşıt kaba davranışlar, çoğunlukla yaralamalar ve ölümle sonuçlanan eylemler ile birbirlerine kırdırılıyorlardı. Oysa lise öncesi ne güzel romanlar, öyküler, masallar, gazeteler veya dergiler okuyup dağarcıklarını, kişiliklerini geliştirmişlerdi. Ünlü yabancı ve yerli yazarların oyunlarını sahnelemişler, alabildiğince kültürel kazanların içinde toplumun pişen kesimleri olmuşlar, sanatların tamamına dalışlar yapıp, henüz erken veya geç ergenlik dönemlerinde ufacık ilçe kasaba ya da illerde kendi dünyalarının düşünen birer genç insanları olmuşlardı. Neydi bu belâ ülkelerin başına sarılıp iflâh etmeyen? Neydi bu kara, kapkara günler? Sürgünler, saldırılar, yaralanmalar, ölümler, boşa harcanan gençler, insanlar ve zamanlar?.. Sıkıcı bir örneği de onun başına gelmişti. Burada görev yapması son kerte gereksizdi. Bu işi yine eğitimci olan babasıyla çözebilirdi. Deneyimli, eski bir köy enstitüsü neferi, bilgiliydi. Ve kendi iç dünyasındaki karmaşayı süzdü, elekten geçirdi böylece. Güçlü olmalıydı. Başını yastığa koyar koymaz uyudu.
Sabah erkenden uyandı, yatağı toplayıp yüklüğe koydu, çarşafı katlayıp kapı ardına bıraktı. Odadan çıkıp muhtarın evini sorarak vardı. Bitişikteymiş zaten. Teşekkür edip, ilçeye nasıl gideceğini sordu. Beklemesini söyledi. O da ortaokula giderek iki günlük izin aldı arkadaşından. Muhtar arkadan traktörle geldi ve hocayı yol çatına bırakıp döndü. Hava oldukça soğuk ve esiyordu. Epey bekledikten sonra bir traktör daha göründü başka yoldan gelen. O da biraz ileriye tarlasının kıyısına kadar taşıdı. Odun yükleyecekmiş. Biraz sonra bir jip göründü aynı yönden ve arkaya sıkış tepiş binip ilçenin yolunu tuttular. Her şeyi göze almıştı. Müstafi sayılmayı bile. Şehre anne babası ve kardeşlerine bir an önce varmak istiyordu. Yol daha önce köye vardığı gibi uzun gelmedi. İlçede hazırda bekleyen minibüse binerek şehrin yolunu tuttu. Bir iki aktarmalı araçla öğlen evine vardı. İlçedeki küçücük hücresine uğramamış, elindeki valizle olduğu gibi gelmişti.
Kapıyı annesi açtı. Şaşırdı, “hayırdır oğlum.” Dedi. “Pek de değil anne.” Diyerek uzunca beton bahçe koridorundan geçip içeriye girdiler. Olayı kısaca özetledi. Sabahtan bu yana aç olduğunu söyledi. Annesi dıştaki mutfağa geçip çay koydu ocağa, zeytin peynir yumurta bir şeyler hazırlayıp sini ile içeriye girdi. Babası uzakça ama yürüyerek de varılabilen bir ilk okuldaydı. Sabahçıydı. Birazdan gelirdi. Annesinin sessiz ve derin bakışları arasında karnını doyurdu. Dış tuvalete giderek bir sigara yaktı. Aile büyüklerinin yanında içmiyorlardı. Yöresel, biraz da ailesel bir terbiye idi.
Tuvaletteyken sokak kapısı açıldı. Ayak seslerinden babasının geldiğini anladı. Tuvaletin yanından geçerken biraz duraksadı. Dumanı fark etmişti. Çocuklardan biridir düşüncesi ile savuşup odalara doğru yöneldi. Tuvalette biraz daha bekledi. Gözleri doluyor boğazı yumruk yumruk hıçkırarak ağlamak istiyordu. Bu; evine, ocağına dönüş ve anne ile babasından güç, kuvvet almanın vermiş olduğu bir duyguydu. Kendini tuttu, derin derin nefes alıp üzeri açık tuvaletten çıkıp içeriye girdi.
Annesi ön bilgileri vermiş olacak ki, soruları daha özet ve kısa oldu babasının. Evrakları istedi, alıp inceledi. Mavi gözlerini kaldırıp oğluna ve hanımına bakarak” her şey düzelir oğlum. Sıkma canını, Allah kerim.” Diyerek çay varsa getirilmesini söyledi. Çaylarını içerken baba, derin düşüncelere daldı. “Ben çarşıya varıp geleceğim sen biraz uyu oğlum dedi. Çıkıp gitti öylece. Suphi salondaki divana uzandı. Kömür sobası sadece salonda yanıyordu. Diğer odalar akşam üzeri kapıları açılarak ısıtılıyordu. Biraz duvardaki sarkaçlı saatin pandülüne takıldı gözleri, ilk maaşıyla almıştı onu, sonra saat başı gong sesleri arasında uyuyakaldı.
İkindi sonu uyandı. Ev kalabalıklaşmaya başlamış, kimi dışarıdan kahvehaneden, kimi okudukları okullarından geliyorlardı kardeşlerin. Kendisi evin en büyük çocuğuydu. Meraklarını anneleri gidermiş, onlarda sorgusuz kalıp bir şey dememişlerdi. Henüz yenileyin dünyalarına giren siyah-beyaz televizyonu açtılar, çizgi film vardı. Ailenin ortak zaman harcayıcısı. Akşam ajansına kadar seyrederlerdi artık. Babaları gelince ve de kendilerinin artık iyice ekseninde oldukları politik haberleri özümseye özümseye izler sonra az sohbet, iş güç derken yemekten sonra yine çaylarını içerler, köyden gelen fıstık, kuru üzüm, pestil gibi biraz daha geç zamanda yiyip içip uyurlardı. Hemen herkes uyardı bu günlük olağan yaşam tarzına.
Babaları yüzü gülümseyerek, tüm heybetiyle ajans saatinden önce içeriye girdi. Suphi ve annesiyle kardeşlerin meraklı bakışları arasında kısa öz şu cümleleri söyledi; ”Gece Ankara’ya yola gidiyorum. Öğrencilerimden biri bakanlıkta iyi bir yerdeymiş. Yerini odasını öğrendim. İnşallah oradadır. Bir şeyler de aldım hediye.” Dedi ve paketi kapı yanındaki masanın üzerine koydu. Yemekler yer sofrasında yeniyordu. Üzerine sini konuyor, siniye de küçük leğen ya da tabaklar konarak herkes kendi alıyordu tencereden yemeğini. Masanın üzerindekini sordu anneleri. Bir kilo fıstık, bir kilo baklavaydı aldığı. Evrakları istedi. İzin belgesi ve görevlendirme yazısını alıp büyükçe bir sarı zarfa koyup onu da masanın üzerine hediye paketinin yanına bıraktı. Gece boyunca otobüste uyuyup, sabah Ankara’ya varıp, bakanlıklara yürüyerek gidecek, iyi bir mevkide olan öğrencisinden yardım isteyecekti. Suphi derin düşüncelere daldı; “ Babanın işi bitmiyordu demek ki. Yaşı kaç olursa olsun evlât için elinden geldiğince o özveriyi gösterecek, bu çıkılmaz durumu çıkar yapmaya çalışacaktı. Okuluna gitmiş, iznini almış, yine uzunca bir yol olan semt ile şehir merkezi arası yolu yürümüş, baklava ve fıstığı alıp paketletmiş, otobüs firmasından biletini almış, yine aynı yolu yürüyerek eve varmıştı. Gece uğurladıar. Cadde üzeri kanatlı taksiden bozma bir dolmuşa binip gitti.
İl dışındaki haberleşmeler ankesörlü jetonlu telefonlarla yapılıyordu. Artık, merakla Ankara’dan gelmesi beklenecek, sonuca göre şekilleneceklerdi. Hemen her gün birkaç kahvehane, dükkân veya dernek, karşıt gruplarca basılıp darmadağın ediliyor, ateşli silahlar, sopa, taş, kesici aletlerle insanlar yaralanıyor veya öldürülüyorlardı. O hâle gelinmişti ki; bilek kalınlığındaki ağaç gövdeleri bile nolur nolmaz siperlik gibi biraz durup dinlenilerek sokak ve caddelerde yol alınıyordu. Olayların bir gün sonrası cenaze ya da cenazeler için yürüyüşler düzenleniyor, polislerin sağlı sollu eşliğinde her grup kendi belirlediği kalıplaşmış sloganlar atıyor, kimi bu yürüyüşlere de saldırılar oluyordu. Polisler de iki-üç gruba bölünmüşlerdi. Görüşler çeşit çeşitti. Bir gözaltı veya yürüyüşte renklerini belli edip ona göre davranışlar sergiliyorlardı. Genellikle sağ görüş hakimdi. Yaşadıkları semtin diğer başlarında yarı zamanını okuduğu okul şimdilerde ülkücü ve dincilerce ele geçirilmiş, o tarafa bir tek solcu, sosyal demokrat dahi yanaşamıyordu. Çoğu insanlar semtten taşınmıştı. Evlerini işyerlerini satıp savanlar da olmuştu. Bu ağır tablo içinde elbette ailesi de payını almış, iki erkek kardeşi çok daha değişik grupların birer elemanları olmuşlardı. Sürekli fraksiyonların ilke ve düşüncelerini belirten betimleyen solcu- devrimci ya da kürtçü hareketin genişlemesi, taraftar bulması için kitapçıklar dergiler, broşürler, bildiriler dağıtılıyordu. İnsanlar gününü sevgi ile, eğlenerek eğlenceler ile ya da varlık içinde değil, şu kör olası berbat politik ortamları paylaşıp şekillenerek yaşıyorlardı ne yazık ki!
Bütün yazarların, bütün şairlerin, bütün düşünürlerin yolu sanki bu meydana çıkıyor, herkes kendi taraftarlarıyla öbekleşerek toplumda yer edinmeye çalışıyorlardı. Zorunluluk gibiydi. Daha önceleri de dendiği gibi orta yolu yoktu. Olsa da makbul değillerdi. Her türlü söylem ve eyleme açık, savunmasızlıktı bu durum. Sloganlar toplumu, politize olmuş halk, esnaf ise çaresizlik içinde sözcük taklaları atarak durumu kurtarmaya çabalıyorlardı.
İşte bu anlamda şimdi başına gelen bu görevlendirme konusu, tam da bu eksende oluşmuş, görev yaptığı okulda imlenmiş sonra da mimlenerek bir yerlere uzaklaştırılmıştı. Elbette sevinenler de olmuştu. Çünkü, öğretmenler odasında herkes alabildiğince politik görüşlerini diğer görüş sahiplerine iğneli cümlelerle saplamaya çalışıyorlardı. Ve ne yazık ki bunu kahramanlık sayıp övünerek gururla orada burada söyleyenler de çoğunluktaydı. Çarşı Pazar kişilere görüşlerine göre davranıyordu. Henüz Suphi öğretmen kendini kabullendirememişti. Oysa yetenekleriyle ünlü bir geçmişi vardı. Matematik öğretmenin dışında müzik, resim, el işlerindeki becerileri, tiyatral birikimleriyle farklıydı diğerlerinden. Anlaşılması gerekirken, anlaşılmadan tavır alınmış, uzaklaştırılmak istenmişti.
Devrisi gün geceyi beklediler. Biri kız diğeri erkek iki küçük kardeş ilk akşamdan uyumuşlar, diğerleri de abilerine destek amacı ile anneleriyle birlikte bablarını beklemeye koyulmuşlardı. Baba Ankara garajından aramış, otobüse bineceğini ve işlerin yolunda gittiğini söylemişti. Bu iyi haber doğaldır ki hepsinden çok Suphi’yi heyecanlandırmış, ne olup bittiğini ve sonucunu büyük bir merakla öğrenmek için, içi içine sığmayarak çay üstüne çay ve tuvalete taşınarak ya da dama çıkarak sigara üstüne sigara içmişti.
Gece yarısına doğru sokak kapısının demir büyük kanadının çarpma sesi geldi. Gürültülü gelişin gürültülü de neşesi olurdu. Öyle de oldu. Yorgun ve bitkin olduğu her halinden belli olan koca yürekli insanın yüz çizgileri yukarı doğru kalkık, gözlerinin içi gülerek, mutlu bir tavırla salona girdi. Sessizce ama endişesiz bekleme sonrası küçücük ebeveyn odalarında üstünü değiştirip geldi. Annem çayın hazır olduğunu, aç olup olmadığını sordu. Birazdan diyerek söze başladı: “Osman çok işe yaradı. Hal hatır, hediyeleri zahmet edilmiş diyerek kabul ettikten sonra meseleyi anlattım. Evrakı verdim o incelerken duvardaki çerçevelere bakındım. Bayağı etkili bir konumda olduğu anlaşılıyordu. Masasında parlak pirinç isimliğe kazınmış yatık ismini görünce keyiflendim biraz. Bana” Hocam bu gün benim misafirimsiniz. Yarın sizi uğurlarız. Bu mesele kolay, şimdi telefonla gerekli emirleri veririm merak buyurmayın.” Dedi.” Benim yanıtlamama fırsat vermeden dahili telefondan dış odadaki hanım sekreterine kadrosunun olduğu okulun müdürünü bağlamasını emretti. Başımı ve gözlerimi daha da dikkat kesilip öne doğru eğmişim ki bana ‘hocam endişe edecek bir şey yok! Bir hata yapılmış, düzeltilir dedi. Bir dakika bile geçmeden telefonu kesik kesik çaldı. Karşısındakinin saygılı ve itaatkâr olduğu az çok Osman’ nın ses tonuyla anlaşılıyordu. Derhal bu görev kararının iptalini istedi. Bir üst yazıyı elden göndereceğini, gereğinin yapılmasını emirvaki anlatımla iki defa tekrarladıktan sonra telefonu kapadı. “Eee hocam nasıl bizim o taraflarda durumlar.” diyerek çok basit bir olayı çözmüş olmanın verdiği güvenle ve böbürlenmeyle sordu. Kahve ısmarladı. Israrla tekrar misafiri olmamı istedi. “Hemen dönmek üzere geceye biletimi aldım dedim.” Gerçekten bir mesai günlüğü kadar işim olacaktı. O da kabul ederek ayağa kalktı, yanıma gelip elimi öptü. Ben de gözlerinin üzerini öptüm, teşekkür edip ayrıldım oradan. Kızılay’ın arka sokaklarındaki lokantalardan birinde yemek yedim. Ulus’ta dolaştım. Aklıma geldi Zeliha’ları ziyaret etmek istedim ama onlar da bırakmaz düşüncesiyle yaya olarak anıtkabirin yolunu tuttum. Epeyce bir zaman geçirmişim. Garaja varıp çoklu sandalyelerden birine iliştim. İçim geçmiş sıcaktan. Sonra çay ocağının masalarından birinde biraz daha zaman geçirip, ikindi sonunu getirdim. Kısaca işlem tamam.” Dedi sevimli gelen bir ses tonuyla. Kalkıp paltosunun cebindeki üst yazılı evrakı getirip verdi Suphi’ye. Bu görevlendirmenin iptal edilip, kadroya ait kararnamenin esas alınarak falan feşmakan sonuna rica ekleyip gereken emirleri vermişti.
İlk aklı erdiğinden bu yana babalarının ses tonunun öyküler anlatması ve mektupları okumasından, günlük anlatılması gerekenleri anlatırken uyku getirici tatlı bir tonu vardı. Aynı iç ezikliğiyle uyku gözlerinden aktı ve kağıtları kendi parkasının iç cebine koyarak dışarıdaki havadar tuvalete sigara tüttürmeye gitti. Şu birkaç günün endişesi, eziyeti, yerini tarifsiz bir duyguya bırakmıştı. Okulda olacakları düşündü. İçi heyecanla doldu. Güçlü,( torpilli ) olduğu bilinecek artık ellenilmeyecekti. Alışılagelmiş binalara, sınıflarına, öğrencilerine ve sevdiği öğretmen arkadaşlarına, yenileyin tanıştığı kaçakçı, lokantacı, katmerci, sabah kelle paçacı, tekel bayi tanıdıklarla birlikte hücre odasına kavuşacaktı. Bu olanlar da berbat, kötü bir anı olarak kalacaktı belleğinde, ileriki yıllara taşınacaktı.

Müdürün kapısını tıklatıp daha bir güvenle daldı odaya. Müdür masasının ardından ayağa kalkarak elini uzatıp tokalaştı “hoş geldiniz hocam.” Dedi. Uzatılan kağıtları alıp sümen içine koydu. Osman beyin selamını hürmetle kabul edip hatanın telafi edildiğini söyledi. Akılsızlar; kendilerine de bir sürü angarya iş olmuştu bu olay. Sınıflar, dersler, ek dersler vs. her şey yeniden düzenlenmiş, kendisi gelmeden işlerlik kazanmıştı. Günler haftalar, aylar bu tezgahta böylece dokunup okul bünyesindeki mekanlarla tek hücrelik ahırdan bozma odasında yeni aldığı kasetli araba teybinin iki taraflı çıtırtılarını dinleyip kitaplar okuyarak, sınav kağıtlarını inceleyerek, kimi davetlere katılarak, ya da konu komşuyu ziyaret ederek yaz aylarına erişti. Bir keresinde bitişik evden gecenin bir vakti çay içmeye çağrılmış, duvardaki gedikten( kaçakçının kaçacağı) o tarafa geçmiş ve büyükçe bir odadaki kabarık minderlerin üzerine buyur edilmişti. Bir süre oturup çaylar içildikten sonra içlerinden sakallı bıyıklı olan orta yaşlı adamın “ hoca; meraklısın diye çağırdık. Gördüklerin burada galsın, minderin gabarık yerlerini galdır da bak!” deyince minderin altından çıkan uzun namlulu, kısa namlulu, tabancalar ve sustalıların parlak meneviş renklerine hayranlıkla bakakaldı. Gözleriyle alması için onay verdiler. Bir bir, birer çocuk sever gibi eliyle okşadı, mekanizmalarını kurmaya çalıştı, kimilerine yardımcı oldular ve bir küp çay sandığı getirip içine kağıtlarına sarıp sarmalayıp koydular. Hemen odadan çıkarılıp uzaklaştırdılar. Güvenli bir sürecin sonunda izin isteyip evine odasına geçti. Bu merak bölge insanlarının hemen hepsinde vardı. Pompalanan yoksulluk, yoksulluğun yarattığı yasadışılık, para kazanmanın kimilerince sırt hamallığı, kimilerince sermaye sahipliği yapılarak bu şehirde tüm işlerin bu alanda yürümesi sağlanıyordu. Elbette para parayı getirecekti. Yamak, çırak, hamallık, elemanlık ancak ve ancak karın doyurmaya, belki de tasarruflarla bir ev ya da araba almaya ancak yetecekti. Kimi mayın tarlalarında parçalanarak can verecek, kiminin kou bacağı kopup oralarda kalacak, yaşamlarının sonraki bölümlerini sakat geçireceklerdi. Ağa veya tüccar patron her kimlerse, sıcak evlerinde, adamlarıyla birlikte malları bekleyerek, sonra güvenle satışlarını önceden yaptıkları çay, kahve, elektronik, sigara ve daha bir çok; Çin, Hindistan, İngiltere, japonya gibi ülkelerin gümrüksüz dağıtıma çıkaracaklardı. Duyardık; bu sistemin ihbarcıları da vardı, güvenlikçi ya da gümrükçü bağlantıları da oluyordu. Dev bir sektördü bölgeyi ayakta tutan. Sınırlar boyunca yürütülen, işlenen yaşam biçimiydi bu…

Yıl sonu gelip çatmıştı. Öğrenciler, öğretmenler, esnaf ve velilerle daha yakın dostluklar kurulmuş, günlük haftalık politik kaygıların yerini, işini yapma, müziğe düşkünlük, saz çalıp türkü söyleyip kasetlere okuma gibi sosyal sanatsal ortamlara bırakmıştı. Hemen her hafta sonu şehirdeki anne ve babasının olduğu eve gidiyor, banyo, çamaşır, berber gibi gereksinimleri orada karşılayıp Pazar akşamları tek hücrelik evine dönüyor, pazartesi artık onun için iş günlerinin sıkıcı ilk günü olması kavramını betimliyordu. Uzunca bir L çizerek okula ve çarşı yönüne gidip, akşama doğru evine varıyordu.
Bir gün ev sahibinin tek oğlu Erol ve onun dayıoğlu Halil kendisini boş, dayalı döşeli bir eve davet ettiler. Kebap dürmük (dürüm) viski, envayi çeşit filtreli sigara gibi bolluk içinde hafta sonunu geçirelim denerek teklif yapıldı. Sınav kağıtlarının not defterlerine geçirilmesi, oradan listelere düzenlenip aktarılması gerekiyordu. Zaten ilçede kalacaktı. Cumartesi odamda çalışırım, kalan işleri listelere geçmeyi de gideceğimiz evde arkadaşların yardımıyla bitiririz, daha kolay olur düşüncesini onlara aktardı. Memnuniyetle onayladılar. Zaman artar düşüncesiyle de bir oyun tavlası götürmeyi de tasarladılar. Hemen her gün gittiği büyük L nin keskin sert tarafından biraz içerideydi gidecekleri ev. Kararlaştırdılar. Pazar günü akşam saatlerinde hocanın evinden Erol ile birlikte, yol üzerindeki evinden Halil’li alarak gideceklerdi. Suphi öğretmen bu tehlikeli ve gergin ortamın gereği dayısının kendisine emanet bıraktığı küçük bir tabancayı arada belinin arka boşluğu kuyruk sokumuna doğru sokarak okula götürüyor, kimsenin görmez tarafından kendine özel kilitli dolabına bir kese kağıdı içinde bırakıyordu. Kendini birazcık da olsa güvende hissetmenin bir yoluydu bu. Öbür türlü hepten çıplak gibi hissedecekti kendini. Zaten silahsız insan tek tüktü. Eğitimli olmak bir kariyer şekliydi. Ancak insan canı çok ucuza pazarlanıyordu şu sıralar… Bayanlar her ne kadar bu olaydan uzak kalsalar da aralarında çantasında silah taşıyanlar oldukça fazlaydı. Gidecekleri mahallenin insan dokusu, kendilerine karşı grupların yoğun yaşadıkları bir mahalleydi. O halde belde tabancayla gidilecekti. Arkadaşlarına bir şey demedi. Sadece tek mermi sürgüdeydi ve o da emniyet mandalı kapalı öylece taşırdı belinde. N’olur n’olmaz Allah korusun sadece korkutmak amacı ile bulundurmak gerektiğine inanıyordu. Okudukları, aldığı aile görgüsü ve düşüncesi ancak bu kadarına izin veriyordu. Yine son günlerde karşılıklı saldırılar artmış, yurdun hemen her yöresinden olaylar akşam ajanslarına yansıyordu. Korkulu, heyecanlı ve endişeli gözlerle izliyorlardı televizyonlardan. Kahvehaneler ya da evlerde o saat gelince işler bitirilip, merakla haber spikerin tok sesi bekleniyordu.
Üçü Halil’ lerin kapısında buluşup o yöne yürümeye başladılar. Akıllarına kötü şeyler getirmemeye çalıştıkları tedirgin davranışlarından belliydi. Sohbeti koyulaştıramıyorlar, kısa cümlelerle, kaçamak sağa sola bakışlarla uzunca caddemsi bir sokağa girdiler. Erol,” az ileride sağdaki ikinci sokağa girilip soldaki ikinci eve varacağız.” dedi. Yaz olduğu için dışarıda oturulan, oldukça kalabalık floresan ışıklı bir kahvehanenin önünden geçtik. Sağ yanımızda kalan kahvehaneden epey ilerideki sapacağımız sokağa varmadan bir anda iki el silah sesi ve kulak dibinden geçer gibi vınlayan mermilerin sesiyle korkulan şey başlarına geldi. Nasıl oldu, ne oldu anlamadan, Suphi kendini yere yatıp o yana dönerek belindeki tabancayı çıkardı, emniyeti çevirdi ve kahvehanenin tarafına yüksekçe bir yere tek mermisini kullandı. Masalar devrildi, tahta sandalyeler karıştı, bir toz yükseldi yerden ve sokak saniyeler içinde boşaldı… Hızla ileriye sokağa döndüler koşarak. Halil telaşla iri anahtarla kapıyı açtı, itişerek içeriye girdiler, arkadan kilitlendi iri kanatlı demir kapı. Küçük beton avlunun karşısındaki tahta kapıyı açıp girmemizi bekledi, ardından odanın demir kapısını da kilitledi. Kısa bakışlarla birbirlerine baktılar. Suphi tekrar silahı beline soktu. Üçünün de yüzleri kireç gibi olmuştu. Her biri ayrı ayrı yutkunur oldular. Kanları çekilmiş, elleri dizleri boşalmıştı sanki. Halil ışığı yaktı. Erol hemen kapamasını söyledi. Kapadı. Zifiri karanlıkta, ayakta kalmış, ne yapabileceklerine karar verememişlerdi. Gözleri karanlığa alışınca el yordamı kolaylık sağladı onlara. Duvara gömülü dolaptan mum çıkardı Halil. Belli ki daha önce sık gelinmiş, yabancılık çekilmiyordu. Bu evlerin bir kısmı bilerek kiraya verilmiyor, depo, nadiren de eğlence amacıyla dayalı döşeli boş tutuluyordu. Suphi bir mumun yakılarak yandaki diğer pencerenin girintisine pencere çerçevesine doğru konulmasını istedi. Kendileri de diğer karanlık loş tarafa toplaştılar. Yere çömelip birbirlerine baktılar. O loşlukta ancak yüzlerini, o da birazcık seçebildiler. Nefes nefeseydiler. Bir süre sessiz kaldılar. Her halde öğretmen Suphi, diğerlerini biraz daha teskin edip yönlendirebilecekti. O anlamda üç kişilik liderlik yapma durumundaydı. “Arkadaşlar şimdilik geçmiş olsun. Birazdan dışarıyı dinler, gözler ve karar veririz.” Diyebildi. Erol bu işten pek de yana olmadığını asık yüzünden belli ediyordu. Konuştukları da bu olayın; hocanın karşı çıkışına, yere yatıp onlara ateş etmesine ve çok tehlikeli bir işe karıştıklarına inanıyor, bunu açıkça söylüyordu. Çok korkmuştu. Belirsizlik içindeydi. Halil; daha güçlü, biraz daha umursamaz davranış sergiledi. Azıcık da patavatsızdı. Hoca anlatmaya, ikna etmeye çalıştı. Eğer sadece kaçsalardı, üzerlerine daha çok gelinecekti. Gerçi o an bunu düşünerek karar vermemişti. Sadece kendiliğinden gelişen refleks ile olayı bu biçimde şekillendirmişti. Aniden korkusuzca bu tür girişimlerde bulunduğu çok olmuştu. Özelliklerinden biriydi hızlı karar verip uygulamak. Ardında yatan nedenleri biliyordu. Büyük aile içi şiddeti sıklıkla yaşamanın bir getirisiydi bu huyu. Gergin bir insandı. Öyle çok uzatıp, derinlemesine irdeleyip, olayları tam çözümlemeye fırsat tanımadan adım atarak kararları çabucak veriyordu. Elbette bunları o an düşünüp oradakilere aktaramazdı. Halil’den gelen kısık ses onu biraz rahatlatırken, halaoğlunu da sakinleştirmişti; “İyi yaptın hoca. Ben de olsaydı bir tarak boşaltırdım. İyi ki almamışım yanıma.” Dedi. Işık biraz daha parlar gibi olmuştu. Mum alevinin, duvarda ve dolapların camlarında oynaşıları çelik gibi gerilen sinirleri daha da geriyordu. Su dışarıda avlunun sağ yanında bir yerde musluktan alınıyordu. Halil bakır bir maşrapayı alıp kapının kilidini yavaşça açtı ve musluğa doğru yöneldi. Dışarıdan bağrışan insan sesleri geliyordu. Sanıldığı gibi basit bir olay değildi bu. Ama gerçekleşmiş ve ne zaman, neler olacağı kestirilmeyen belirsizliğe bırakmıştı yerini. Suyu içeriye aldılar. Bardağı doldurup sırayla aynı bardağı kullanarak sularını içtiler. Pencerelerin sağında ve karşısında birer kerevit vardı. Sağında pencerelerden uzak olana iliştiler. Gamsız olan Halil’in yüzündeki alaylı gülümseme çizgilerini fark ettiler. Ancak, ne yiyecek ne de içki içecek haldeydiler. Biraz daha zamanı savuşturdular. Çıkıp sokağın ya devamına doğru koşacaklar, ya da geldikleri olaylı ana yolun ters tarafından bir yerlere ulaşıp kendilerini kaybettirebileceklerdi. Aralarında konuştular, ancak tam bir karara varamadılar. Berbat, pis bir ortamın tam göbeğindeydiler. Ne konuşurlarsa konu gidip gelip silahla yaralanmaya, ölümlere çıkıyordu. Doğaldı.
Saatler epey ilerledi. Mumu tazeleyip sessizliği korumaya çalıştılar. Arada odanın kapısını usulca açıp dışarıyı, sokağı dinlediler. İnsan seslerine karışık araba sesleri, olasılıkla jiplerin kuvvetli far ışıkları avludaki komşunun briket duvarında gezinip kayıp kayboluyorlardı. Bazıları uzun farlarla dik ışıklarını bir süre tutup sonra kapatıp tekrar açıyorlardı. Belki de bu evde olduğumuzu keşfetmişlerdi. Ancak bir arabanın geçebileceği genişlikteydi sokak. Korku ve heyecan, yerini birazcık da olsa gevşemeye bırakmıştı. Erol, kâse torbadan dürümleri çıkarıp dağıttı. Maşrapadan bardaklara sularını koyup karınlarını doyurdular. Tuvalet için avluya çıkıp sağ yandaki musluğun yanı başındaki üstü kapalı küçücük yere körleme girmeleri gerekiyordu. Yine Halil’in önayak olmasıyla, aralıklı gidip geldiler. Çok da iyi olmuştu. Sakinleşip gözetlemeye, duyumsamaya devam ettiler. Gece yarısını ettiler. Bir ara avlunun betonunda birkaç zıplayan bir iki taş sesi duydular. İrice, yuvarlak dere taşlarıydı bunlar. Demektir ki tam tespit edemediler ki, denemelerle üzerlerine çekmeye çalışıyorlardı. Bu olay epey korkuttu onları. Kalabalık gezinen militan grupları, onları arıyorlardı. Üçü de sigara üzerine sigara yakıyorlar, avuç içlerini siper edip ateşin görülmemesine çabalıyorlardı.
Gece yarısını biraz geçe sokak kapısı usul usul vuruldu… Avuç içiyle vuruluyordu. Ama sakince(?)… Halil uykuya dalmış, Erol ise elini yumruk yapıp çenesine dayamış kestiriyordu. Hoca, karanlık loş pencerenin içine iki dirseğini koyup gözlerini fal taşı gibi açmış, kapının vurultusuna heyecanlanıp pusulanmıştı. Diğer ikisine doğru” kapı vuruluyor, kim ola ki?” dedi. Omuzlarını kaldırıp belirsizlik işareti verdiler. Halil’e “istersen birlikte bakalım mı?” diyerek odanın kapısını sessizce açıp sokak kapısına doğru bir iki adım attılar. Hoca , Halil’i dirseğiyle dürterek kafasıyla kapıyı işaret etti ve fısıltıyla” kimdir o “ demesini istedi. Daha Halil seslenmeden kapıdaki ses” hoca hoca benim, Kâzım emmin.” Demesi yüreklere öyle bir su serpti ki, sanki dünyanın kurtuluşu ilan edilmiş, bu cendereden çıkıp gitmişlerdi. Doğaldır ki öyle olmadı. Bir anlık rahatlamanın verdiği davranışla öğretmen de kapıya doğru kısıkça seslendi;” Buradayız Kâzım amca, buradayız. Kapıyı açalım mı?.” “Açın açın.” Dedi. Halil anahtarı çevirdi, kapıyı araladı ve Kâzım amca içeriye girdi, kapıyı yine kilitleyip, Erol’un sevinçli karşılamasıyla odaya birlikte girildi. Elindeki bez torbayı kerevitin üzerine koydu. Belinden kocaman bir tabanca çıkarıp onu da hocaya uzattı ve “Evim tam kapı karşınızda, iki katlı. Ben üstteki odadayım. Heç marak etmeyin, ben de beklerim. Hocayı gördüm, koşup bu kapıdan girerken. Sizleri de biliyorum. Bu evin kimin olduğunu da. Korkmayın. Çekip giderler birazdan. Sabah erkenden motorla kapıya gelip, hocayı götürürüm. Onların derdi hoca ile.” Dedi. Torbadakilerin yığınla mermi olduğunu, sabahleyin tabancayı da koyu renkli bez torbaya koyup onu dükkana götüreceğini, diğerlerinin ise normal yollardan babaları ve amcalarıyla eve gelip çıkarıp götürebileceklerini” söyledi. Ağır ağır konuşan sakin bir insandı. Hep güleç yüzlüydü. Yüzünde acılı bir gülümseme vardı sürekli. Sevilen, hatırlı biriydi. Namazında, niyazında… Aynı titizlikle kapılar açıldı, Kâzım amca karşıdaki evine gitti. Biz yine odada üç genç, bir torba mermi, kocaman meneviş rengi bir tabanca, bir yana bırakılmış not defterleri ve listeler ile yere diklemesine konulmuş tavla. Portakal vardı, kokusu çıkar diye yenmemişti. Biraz içi geçerek, biraz kanlanış gözlerini zaman zaman açıp etrafı kollayarak, (ki ne kadar usule uygun yapabildiyse) günün ağarmasını beklediler. Erol ve Halil birer kerevite uzanıp fosur fosur uyudular…
Sabahın erken saatlerinde Kâzım amcanın siyah zincirsiz bmw sinin patırtıları duyuldu. Kapı yine aynı tempoda birkaç defa el ayasıyla vurularak çalındı. Yüzünü çoktan yıkamış eşyasını koltuk altına almış, bir elinde torba, belinde boş küçücük tabancasıyla öğretmen, motorun arkasına ilişti. Ani ve güçlü bir kalkışla çarşıya doğru yol aldılar. Belediye arazözünün ıslattığı caddelerin toz kokuları eşliğinde birkaç dükkanın henüz açıldığı kaçakçı pasajına vardılar, dükkanı hocanın eşliğinde açan Kâzım amca emaneti olan torbayı alıp tezgahın arkasında bir yere koydu. Dükkanın darabası açık ama kapısı kilitli, hocayı yanına alarak küp içinde ısınan, kırmızı taze ince doğranmış biberin sade yağda cozurdatılıp kelle paça sahanının üzerine bocalandığı meşhur kelleci ustanın bol ekmekli, sahanda ki kahvaltı niyetine yemeğini sıcak sıcak midelerine indirdiler. Birazdan içerde adım atacak yer kalmayacaktı ve kuşluk vakti malzemesini bitirip, dükkânını kapayacaktı. Pazaja döndüler. Çay ocağından demli barut çaylarını söylediler. Dün geceki olayı irdelediler. Bundan keri ne yapılması gerektiğini düşündüler. Hocaya ait kısmını hocaya, kendine ait kısmını kendi yapmak üzere kararlaştırdılar ve bir süre sonra dükkandan çıkarak evine vardı öğretmen. Traş oldu, üstünü değişti. Kravat takımını giyindi kuşandı. Liste ve not defterlerini alıp yine erkenden okuluna gitti. Öğretmen arkadaşlarının yardımıyla bir iki saat içinde listeleri idareye teslim etti, imzaları attı, sonra boş bir kağıt alarak öğretmenler odasında masanın bir kenarına ilişti ve akşamki başına gelen olayı, kendini savunmayı içinden çıkararak düzgün bir dille yazdı, sonra hükümet konağının yolunu tuttu. Bu olay elbette büyük bir olaydı. Hele kendisi gibi buranın yabancısı bir öğretmen olarak. Uygun bir dille olayı özetledikten sonra ilçeden ile tayin isteğini saygılarıyla dilekçesinde arz etti. Kaymakamın odasının önünde buldu kendini. Kapıyı kibarca tıklatıp usulca araladı. Başıyla selam ve saygılarını iletip bir “günaydın efendim.” Sözü sarf etti. Dilekçeyi reverans yaparcasına hafifçe eğilerek sundu. Bir adım geri çekilip gözlerini küçük tebessüm ile âmirine dikip bekledi. Genç âmiri dilekçeyi okuyup başını kaldırdı ve öğretmene boş gözlerle bakıp, başını biraz geriye atıp, çene altı gerdan etini şişirerek şunu söyledi; “Delilin var mı hoca?”

2025 Denizli

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Delilin var mı hoca? Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Delilin var mı hoca? yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Delilin Var mı Hoca? yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL