0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
239
Okunma

Ülkenin dört bir yanında yaşanan trajediler, çaresizliğin en korkutucu yüzüyle bizleri karşı karşıya bırakıyor. İnsanlar, kaderlerinin kontrolünü yitirmiş, ölüm biçimlerini bile seçmek zorunda kalacak kadar köşeye sıkışmış durumda. Bu, bir insanın varoluşsal olarak en ağır yüklerinden biridir: "Yanarak mı öleyim, atlayarak mı?" Bu sorunun akıldan bile geçmesi, içinde bulunduğumuz toplumsal çöküşün en açık göstergesidir. Peki, bizi bu noktaya getiren neydi? Neden yaşamak bir lüks, ölmek bir zorunluluk haline geldi?
Halk Yanarken Sessiz Kalanlar
Ülkeyi yönetenler, ellerinde her türlü yetkiyi bulundururken, sorumluluklarını ustaca inkar ediyorlar. Krizlerde, felaketlerde, hatta bireysel trajedilerde bile "bizden değil" diyerek kenara çekiliyorlar. Bu, yalnızca bir liderlik sorunu değil; aynı zamanda toplumsal vicdanın ve adaletin çöküşüdür. Yönetim mekanizmasının temel amacı, halkın güvenliğini sağlamak ve yaşam kalitesini yükseltmek değil midir? Ama görüyoruz ki, insanlar binalardan atlayarak ya da alevler arasında yanarak yaşamlarını sonlandırırken, yöneticiler koltuklarında rahatça oturmaya devam ediyorlar.
Bu neyin işareti? Adaletin olmadığını mı? Yoksa insan hayatının artık bir değer taşımadığını mı?
Bir Seçim Değil, Bir Zorunluluk Ölüm
Bu trajediler bir tesadüf değil; bunlar sistemin hatalarının, ihmallerin ve bilinçli tercihlerin sonuçlarıdır. İnsanları bu kadar çaresiz bırakan, yalnızca fiziksel yangınlar değildir. Aynı zamanda, sosyal adaletsizlik, ekonomik buhran ve ahlaki çöküş de bu yangınların körüklenmesine neden oluyor. İnsanlar yanıyor, ama bu yangın yalnızca alevlerden oluşmuyor; işsizlikten, umutsuzluktan, yalnızlıktan ve güvensizlikten oluşan görünmez bir ateş, her bireyin içine işliyor.
12. kattan atlayan bir insanın hikayesi, sadece bir bireyin trajedisi değil, bir toplumun sessiz çığlığıdır. O kişinin son sözleri, bir insanın zihinsel ve duygusal olarak ne kadar sıkışmış olduğunun kanıtıdır. Bu, "Bir umut daha var mı?" diye sormadan ölüme koşmaktır. İşte burada, bireysel tercihler toplumsal sorumluluklarla çatışır. Bir insan kendi kaderini seçmek zorunda bırakılıyorsa, burada suç yalnızca onun omuzlarına yüklenemez.
Sorumluluk Neden Yükselenlere Değil, Düşenlere Veriliyor?
Ülkenin içinde bulunduğu bu felaketler zincirinde, yöneticilerin sorumluluğu inkar edilemez. Ama bu sorumluluğun üstlenilmemesi, halkı yalnızca daha fazla umutsuzluğa sürüklüyor. Yönetim bir sistemdir ve bu sistemin en temel görevi, insan yaşamını korumaktır. Ancak sistemin en tepesindeki kişiler, felaketlerin ardından "Kader", "Doğal süreç" ya da "Biz elimizden geleni yaptık" gibi söylemlerle bu sorumluluktan kaçıyor. Bu, adeta bir yangını söndürmeye çalışmak yerine, alevlerin büyümesini izlemek gibi bir şeydir.
Bize Yanmak, Onlara Yaşamak Yazılmış
Bir toplumda, bir grup ayrıcalıklı birey huzur içinde yaşarken, geri kalanlar sefalet içinde çırpınıyorsa, burada büyük bir eşitsizlik vardır. Bu, sadece maddi kaynakların paylaşımıyla ilgili değil; aynı zamanda fırsat eşitliğinin, adaletin ve insani değerlerin tamamen çökmesiyle ilgilidir. İnsanların en temel hakkı olan yaşama hakkı bile ellerinden alınırken, ayrıcalıklı bir kesim, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyor.
Bu durumda sorulması gereken bir soru var: "Bu ülke gerçekten hepimizin mi, yoksa sadece bir azınlığın mı?" Çünkü bu şartlar altında, herkesin eşit olduğu söylemi, bir yalandan öteye geçmiyor.
Çıkış Var mı?
Bu yaşananlar, yalnızca geçmişin hatalarının bir sonucu değil; aynı zamanda bugünün yanlışlarının bir devamıdır. Ama burada önemli olan, geleceğe dair bir umut yaratabilmektir. Bu toplumun artık yanmaktan vazgeçmesi, yaşamaya başlaması gerekiyor. Bunun için de önce, hesap sorulabilirlik ve adaletin sağlanması gerekiyor. Yönetenlerin, halkın yaşadığı acılardan sorumlu olduklarını kabul etmesi gerekiyor.
Unutmayalım ki bir toplumda adalet, yalnızca mahkemelerle sağlanmaz. Adalet, toplumun her alanında, her bireyin hayatında hissedilmelidir. Eğer bu sağlanmazsa, yangınlar bitmeyecek; yalnızca şekil değiştirerek devam edecek. Bu, hepimizin görevi: Ya bu yangını birlikte söndüreceğiz, ya da alevlerin arasında birlikte kaybolacağız.