0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
197
Okunma
Yollarda olmanın zamanı geçti, mevsim karakışın ortası, her yer Ortaçağ gibi karanlık. Olmayan güneş ve günün biraz da olsa içaçıcı olmayan aydınlığı da daha saat öğle sonunun ucu olmadan teksiye binip giden birisi gibi kayıplara karışıyor. Bir sonraki saatin ne olduğunu bilmeden, grinin karanlığa dönüşmesi, mucizeye odaklanıp yoldan çıkmadan ve buzda kaymadan korkuyla ve usulca ilerlediğim yollardayım. Wuppertal da her viraj ayrı bir korku tablosu, bazen bulutlar Griffelberg dağını saklasa da Düsseldorf Havalanı’na inen uçakların nereye gittingini tahmin edecek kadar bir zaman içindeyim ve zamanımın büyük bölümünü de bu bölgelerde geçiriyorum.
Buralıyım veya değilim, ama kendimi asırlardan beri Ren Nehiri ve Wupper Deresi çevresinde asırlardır yaşamış birisi gibi hissediyorum. Burada beni büyüleyen en önemli sebeplerden birisi şehirin "hava tramvayı" her gün bin defa binerek arkamdan kalan Wupper Deresi’ni gidip gelsem de, her seferinde beni büyüleyişini tanımlamakta kesinlikle zorlanıyorum. Vohwinkel de son bulan ve oradan yeniden hareket eden bu tramvay adeta şehirin kendi gökyüzüne astığı bir mendil ağacı gibi süsleyici büyüleyiciliğini daha kimbilir kaç yıl koruyacaktır. Tünellerin, derelerin, küçük çayırların, endüstrü ormanlarının, doğal ormanların, gollerin, kuş göçlerine ev sahipliği yapan sulakların ve koruma altına alınmış doğal sitlerin, tektonik kırılmaların ve insan eliyle bozulan "doğal dengenin" Ruhr Bölgesi’ndeki resmini çizmek hiçte kolay değil. Büyüleyici bir güzellik var burada, kısa rağmen.
Wuppertal şehir merkezinde zamana direnen tarihi yapılar, dünyanın en akıllı insanlarından birisi olan Friedrichs Engels yoldaşımızın buralı olmasının da bana verdiği özel sosyalist bir bilinçle suyu seyrederek dinlenişim, lokanta "Lokanta’sında" yediğimiz yemekler, yeni salepçimiz, köşlerde kendine has dinlendirici az da olsa yabancılara karşı kalan birkaç Alman kahvesi sizleri bağrına basmaya hazır. Gizmeye her niyet ettiğimizde içimizi kaplayan o sessiz heyecanın terletisi, "ya tükenirse" diye sevdiğiniz yiyeceklerin cumartesi pazarları, telaşla yürüdüğümüz ve dere kenarında bu soğuğa rağmen dizleri delik pantolonlarla dolaşan gençler, sizin daha çabuk üşümenize sebep olacaklardır, ama bu üşüyüs sıcak bir üşüme olarak zihninzde yer edecektir. Bu şehiri ben sevmesemde, tarihe ve politik bilince yön veren büyük Alman şahsiyetlerinin doğum yeri olması, Bayer gibi bir ilaç fabrikasını kurarak binlerce insana iş veren F. Bayer’inde buralı olması ezacılık tarihine ayrı bir anlam katmaktadır. Burası sadece ünlü kişileriyle değil, adeta bir hikaye arşivi gibi yaşanmışlıklarıyla da tanınan bir yerdir. Buradan sadece dostlarımla resimler paylaşıyorum, öyle derince edindiğim dostluklar edinemedim, ama tanıdıklar çoğaldı ve de çoğalmakta. En sıcak dostluk adımlarını Mainz’den bindiğim ve Köln’e kadar geldiğim süreckte ediniyorum. Bol bol resim çekerek dostlarımla paylaşıyorum. Avrupa’nın soğuk kaldırımları burada kendini daha sert kış günleriyle ve sürekli yağan yağmurla ödüllendirdiği öldürücü günlerin karamsarlığıyla yıkıyor saatler.
Bugün, kapanmaya yakın bir saatte kapıda elinde bastonuyla yaşlı bir nine belirdi ben Lokanta’dan çıkarken. Yavaş, ağır aksak adımlarla, elinde oldukça eskimiş bana ceviz veya kiraz ağacı kökenli bir hava veren bastonuyla içeri giren bu nenenin hayalimde canlandırdığım Friedrich Engels’in büyük annesi olma ihtimali uyandı içimde. Kendi kendime bu ne saçmalık adam öleli 126 ölmüş ve ben de gereksiz bir fantazi ya da sürekli dilime doalsan halüsanasyon kelimesiyle özdeşleştirdim kendi kendimi. Kemikleri bile kalmayan bu büyük annenin aklıma gelişini kendimde yadırgadım. Saçma bir fikir diye de uyardım kendimi. Yılların yükünü taşıyan bu nenenin İkinci Dünya Savaşı içinde doğduğuna kesinlikle inanıyordum, nerden baksan yaşı dkuzana yaklaşmış veya dokuzanın az üzerine çıkmış olması bile neyi değiştirecekti ve bu benim kafa yormama değecek miydi? Bedeni dünyaya ağır geliyordu belli ki! Ama gözlerinde bir güç, bir dinamiklik, bir teslimiyet, ... Yaşlılığıyla, görmüş geçirmişliğiyle, ... Tanımlanması güç bir dinginlik, sevecenlik, sessizliğiyle, herkesin geçmişinden gelen bir anı gibi gelip restaurantın bir köşesine oturusuda. Lokantanın şef garsonlarından olan yaşı ellilere basmış adam direkt ona doğru yürüdü, tokalaştı, selamlaştı, anorağını aldı, elbise gardorabına astı, çantasını omuzuna yeniden taktırdı ve onu sıcak bir muhabbetle ağırladı.
Nene karnını doyuduktan sonra, garson ona yeni, acer sapasağlam bir baston uzatarak bu senin ana diye uzattı. Nene yepyeni sağlam bastonu almadan ona uzatılan bastonu gözleriyle süzdü, büyülenerek baktı, sıcak tebessüm dolu bir gülümseyişle teşekkür ederek eline aldı, eski bastonunu da özenle masanın sol tarafına bıraktı. Sonra yemeğini bitirerek sevinçle lokantadan ayrıldı. İçimden ona bu sevincin sebebini anlayan bir ruh hali sevinci belirdi. Bu nazik davranışın sebebini sormak gelse de gidip sorma cesareti bulamadığım için, üzgünüm. Ama sevincim, bir büyük annenin sevincine, hiç tanımadığım bu insanın sevincine oratk duygular beslemem oldu. Belki de bu orta yaşlı şef garson, oraya gelen, milliyetini çıkaramadığım bu yaşlı nenenin, hergün gelen devamlı ve iyi bir müşterisi olduğu için hediye etmiş olmasına bağladım kendimle sohbet ederken. Garson ise adeta şöyle cevap veriyordu benim imgelerimde: "Neneye, ne zamandır yeni bir baston almak aklımdaydı, bu bastonu epey zaman önce almıştım ama vermek nasip olmadı, nasip bu güne düştü. Zor yürüyor, kimi kimsesi yoktur zavallının" diyordu. Ya da sadece içinden geldiği için, bir insana sevinç vermenin en büyük armağan olduğu düşüncesinden yola çıkarak, bir lütufta bulunmanın kendisine mutluk verişinden yola çıkarak vermişti. Tatlı bir tebessümle nene de ona eski bastonunu verdi. El sıkıştılar, garson eski bastonu aldı, garson tekrardan nenenin ceketini tuttu, giydirdi, kapıyı özenle açtı, merdivene dikkat et dedi. Ayrıldılar! Nene elinde bastonuyla gurur duyarak yürüyordu, dinlenişlerinde ve soluk molalarında, oturduğu banklarda, yeni bastonun yüzeyinde ki pürüssüzlüğü parmaklarının arasında hissettiğinde, yaşanmış yılların yorgunluğunu, nenenin dokunuşlarını düşünüyordum her adımımda. Bu sadece bir baston değildi; değil bir gün, bir an bile bir yerde unutulmamış, koca bir yaşanmışlığın sessiz tanığıydı. Her pürüssüz yüzey, şefkatle ve sevinçle dokunulan anıların izi gibiydi şimdi onun yüreğinde. Belki de şefkatle dokunmaktan vazgeçmediğimiz bir şey, sonunda böyle pürüssüz bir hale bürünüyordu.
Bu sessizlik için de, Wupper deresi üzerine inşa edilmiş yüzlerce köprüden birisinin üzerinden geçerek Wuppertal Alevi Cem Evimiz’e doğru giderken hep o yaşlı anneyi düşünüyordum bastonuyla. Yanımda adeta bu yaşlı nine yürüyordu o taze gıcır bastonuyla. bir süre daha Wupper deresini sessizce seyrettim yağan yağmuura rağmen, nenenin geçişini bekledim nafile ... Doyduğumu sandığımız kaç sofradan oturduğumdan daha aç kalkışlarım geldi aklıma! Neydi bu açlığın sonu? Altın yaldızlı, abartılı işlemeli, bilmem kaçbin €ürölara satın alınmış bastondan daha mı az değerliydi şimdi bu neneye verilen baston? En son ve en büyük mutluluğum ne olmuştu? Diye sordum kendi kendimi sessizce analiz ederken.
Zaman geçiyor ve hikayeler diziliyor sıra sıra. ... Yedi yıl sonra emekli oluşumu hayal ettim emeklilik gelmeden ve belki de ben o yasa varmadan göçüp gideceğim bu hayattan benden önceklıer gibi sessiz sedasız. Bu sonla, bu kapanışla yeni bir açılışa da yol verişimi seveceğim işte o an. Çok geçmeden belki bu nenemizde sonsuzluğa teslim edecek kendini. Bu haberi belki de ben de duymayacağım ve tanıklıkta etmeyeceğim. Ama hislerimle o büyük anneyi sonsuzluğa bende taşıyacağım. Bu haberin nereden geleceğini de sormayacağım kendi kendime. İşte o an uzaktan yağmurla gelen bir rüzgar sessizce dokundu bana ve üşümeye başladım. Bankanın yanından hızlı adımlarla derneğimize doğru koşar adım ilerledim. O an yeni bastonu düşündüm. Cevizden, vişneden veya kiraz ağacından. ne farkeder ki? Sadece pürüssüz, nenenin boyuna uygun, gösterişsiz, sadece ve bir o kadar da zeraftli.
Derneğin kapısından içeri girerken hala o neneyi düşünüyordum. Dokunduğumuz her şeyi şekillendirdiğimizi sandığımız, ama dokunduklarımızı gerçekten daha mı iyi hale getiriyoruz? Yoksa her dokunduğumuzla biraz daha bozuyor, biraz daha eksiltiyor muyuz? Hayatta neye dokunursak dokunalım, kendi izimizi mutlak bir şekilde bırakıyoruz. O izler kimi zaman kimi zaman bir sevincin, şefkatin yada lütufun ifadesi oluyor; kimi zaman da farkında olmadan kırıp parçaladığımız anıların hatırası. Bizden geriye, elimizle yontararak şekil verdiğimiz nesnelerin yüzeylerinde kalan o izler olacak. İşte o izler, daha ne kadar yaşayacaklar?
Bir gün Frankfurt’daki iş yerimde odamı toparlarken bana ait omayan çok eski bir kalem buldum çekmecede üzerinde İtalyanca veya İspanyolca bir isim olan. Kimbilir kaç yıldır bu masanın en alt çekmecesinin köşesine sıkışmış ve 1996 yılı demirbaş kayıtlarında kayıtlı olan masanın hatıralarını yaşadım benden önceki anıları hatırlarken. Üşüdüm ve girdim içeri, sıcak bir çay rica ettim derneğimizin ocaktaki emektarından. sade bir çay! Parmaklarım bir kez daha pürüssüz bardağa dokunurken, ihtiyar ve dinamik nenenin yağmura yakalanmadan evine veya bakımevine kavuşmasını temenni ederek. O an bir kez daha kendi kendime şu soruyu sordum: Benden geriye bu pruzlu yaşamdan ne kalacak?
Bu soruyu sende kendine sor be kardeşim!
Mutlu anılar biriktirmek dileğiyle.
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan, Wuppertal, 25 Aralık 204
Wuppertal şehirinin ünlü simaları: Pina Bausch, Friedrich Bayer (Ezacı) , Gerhard Domagk, Friedrich Engels (Komünizm teorisinin Marxla beraber asıl yaratıcısı) , Hans-Dietrich Genscher (1997 yılına kadar dışişleri bakanı), Else Lasker-Schüler, Johannes Rau (Almanya cumhurbaşkanı 2002 - 2007) , Hans Wolfgang Singer öder Rezo