6
Yorum
14
Beğeni
0,0
Puan
725
Okunma


Sabah’ın erken saatlerinde, artık bize rutin, sıradan, yaşam tarzımız haline gelen, 15 gün arayla eskilerin; "ince hastalık," doktorların; " uminiterapi," halk dilinde; ;akıllı ilaç; dedikleri tetaviyi almak için yollara düşmüştük.
İnsanoğlu her şeye alışır demiş ya Dostoyevski, bizde alışmıştık hastalığa. Pikniğe gider gibi hazırlanıyor, çayımız suyumuzu eksik etmiyorduk.
Arabaya bindiğimde" bir şey unuttum mu? diye kontrol etmek için çantamı açtım. Dosya reçete, kimlik...su , büsküvi... Aman allahım yok. .. Telefonum yoktu. Panik halinde çantamı karıştırmaya başladım yoktu. Ön fermuarını açtım, bozuk paralar , bir kaç eski fiş dışında bir şey görünmüyordu. Orta fermuarlı bölüme yeniden baktım, iki kez daha bakmış olmama rağmen sırasıyla arka fermuar dahil çantamı yeniden kontrol ettim, yoktu...
Ahmet , muzur bir gülüşle: eee artık vakit de geçmez. Dedi.
Kaç saat sürüyordu? Dedim
Ahmet en az iki saat.
Başımı öne eyip
Ben ne yapacağım iki saat? Dedim
Ahmet yine muzip bir gülüşle: bilmem artık, işin zor...dedi
Ahmet’i kemoterapi merkezine bıraktım. Burası Ege üniversitesi hastanesinin onkoloji bölümüydü. Dedim ya alışıyor insan, ilk öğrendiğimde instagramda kuzgun şiiri çıkmıştı karşıma, korkunç bir döngü varoluşun boşluğu unutulmanın dayanılmaz azabını hissetmiştim içimde...
Söyle :ne zaman dönersin ölümün kıyısından?
Dedi kuzgun :Hiç bir zaman
(Edgar Alan Poe)
Hiç... Bir... Zaman...
bir daha göremecek olmak
Bir daha görünmeyen olmak
Bir daha olmamak
Yok olmak
Olmak yada olmamak. Shakespear büyük laf etmiş...
Yavaşça indim hastalarını karşılayan merdivenleri. Oysa sıcak bir karşılama beklerlerdi eminim. Etekleri uçuşan güleryüzlü refakatçıların ellerinden tutarak mutiş bir referans eşliğinde tedavi salonuna götürmelerini. Halbuki ne kadar da soğuk bir karşılama diyorum içimden. Sıraya giren tek tek çağrılan insanların hasta çok hasta oldukları bilinmiyormu? Eğlenceli bir karşılama olamaz mıydı? Çello çalan bir sanatçı yada hafif bir müzik eşliğinde , kahve ikram edilemez miydi? Yanında anne kurabiyeleri?
Artık yüzüne bakınca hangi tedaviyi aldıklarını anlıyordum. Kemoterapi alan hastaların saçları yoktu, birde yüzleri kireç gibi bembeyazdı. Uminiterarapi’ nin yan etkileri daha az olduğundan, hasta oldukları bile anlaşılmayan dördüncü evre hastaları veya kemoterapi hastaları, ağır ağır çıkıyordu merdivenleri. Bense hastasını teslim etmiş hasta yakını olarak iniyordum merdivenleri. Göz göze geliyor, konuşmadan anlıyorduk, Hasta ve hasta yakını psikolojisini...
Kafeden çay aldım. Malûm Izmir’in sıcağında serin bir yer bulabilir miyim diye etrafı incelemeye başladım. Onkoloji bölümünün karşısına düşen bir ormanlık alana ilişti gözüm. Daha önce gördüğüm hâlde dikkatimi uzun süre çekmemişti, kısacık bakıp gelmiştim. Telefonla vakit geçirdiğim için, uzaktan geçen bir gemi gibi küçücük görünmüştü gözüme oysa hiç de küçük değildi, üstelik bu kadar bakir kaldığına şaşırmıştım. Çayımı alıp’ Kendimi başka bir ütopya, başka bir gezegen, başka biri gibi hayal ederek, ahşap yapılı duvara oturdum. İlk kez insanlara bakmayı bırakıp ağaçlarla bağ kurmaya çalıştım. Acaba beni görüyorlar mıydı? Kökleriyle bağlanırlar mıydı birbirlerine ? sökülüp yol kenarlarına süs diye dikilmeyi istiyorlar mıydı? "Geçim dertleri , toplum baskısı, hastalık ,korku gibi dertleri yok muydu? Durdum ve o an çok istedim doğanın bir parçası olmayı , başı göklere uzayan bir çınar , meltem rüzgarıyla kımıldayan yapraklar, doğaya uyumlu bir kuş. İnsanlara baktım gelip geçiyorlardı Orman’ın içinden, ne kadar iğreti ne kadar da uyumsuzdu doğaya. Bunun resmini çekmeliyim deyip elimi çantama attım...telefonumu unuttuğumu unutmuştum.
Dolambaçlı bir yol vardı Orman’ın içinde, insanlar yürüyüş yapıyorlardı, Hastaneye gelen insanlar ne diye yürüyüş yapsınlar? Diye düşündüm...Nasıl da Öngargılı düşünüyordum...günlerce yatan hasta ve onların refakatçılarını nasılda unuttum. Bende en sevdigim şeyi yani yürüyüş yapmaya karar verdim. Sonsuz bir Orman’da yürür gibiydim. Bir maraşalın gururlu edasıyla yürüyordum, ağaçlar önümde eyiliyor ,asker selamıyla karşılık veriyordum. Her şeyi unutmuştum. Çamların kokusunu içime çektim, toprağın kokusunu duyumsadım. Yağmur sonrası mistik serinliği , kendine has kokusu, yaprakların hışırtısı huzur bırakıyordu içime. Bir an için beton yığını içinde nasıl da korku dolu güvensiz olduğumu düşündüm. Şu ağacın altında basit bir klübe de yaşayabilirdim. Kedilerin evlere girme çabası gibi ağaçların bir anne Şefkatiyle beni bağrına basmasını istedim. Gökyüzüne baktım, havayı içime çektim, sonra geri verdim aldığım havayı. Hayatın alma verme döngüsünde insanın doğadan aldıklarını geriye vermesi mümkün müydü? Akışa bırakılan hayat o an en önemli olan orman ve ben...
Birden Ahmet’in karşıdan bana doğru geldiğini fark ettim , ona doğru yürüdüm.
Ahmet: nerdesin, bir saattir seni arıyorum ! Dedi
: neden telefon etmedin? Arasaydın... Dedim.
Çantama elimi attım... Hatırladım