0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
743
Okunma

Kura sırasında bir öğretmenin benimle aynı köyü çektiğini duymuştum. Bir türlü tanışma imkânı bulamamıştım. Aynı köye atanan o öğretmen, beni vilayet merkezinde arayıp sormuş, bulamayınca benden önce köye gitmişti. İlçede köyün minibüsünü sorup bulmuş, geceye kalan, uzun ve dolambaçlı bir yolculuktan sonra köye varmıştı. Minibüs şoförü gece onu evinde misafir etmiş. Akşam onu annesine teslim edip köyün içine gitmiş, dönüşte öğretmen ile annesinin diz dize verip ağladıklarını görünce annesine kızarak, “neden bu çocuğu ağlatıyorsun” demiş. Annesi de “ne bileyim gariban, evin tek çocuğuymuş, o ağladı, onunla ben de ağladım” demiş. Gözleri ağlamaktan şişmiş öğretmeni, şoför ve komşuları zor bela teselli etmişler. Sabah köyün minibüsü ilçeye gitmek üzere hareket edince, öğretmen dönmemek üzere peşinden valizi ile koşup yetişmiş. Böylece köyde yalnız çalışmak zorunda kaldım. Şoförün annesi vakit buldukça ağlıyordu. Bahtsız kızları için ağlıyordu. Gurbette çalışan torunları, belki çoktandır kan davasından öldürülmüş kocası için ağlıyordu. Şoförün yaşlı annesi çok güzel ağıt yakardı. Köye geldiğim gece benim için de ağladı. Köyün eski öğretmeni asker öğretmen olduğundan çoktandır tezkeresi dolmuş gitmişti. Mühür ve anahtarı tutanakla muhtardan aldım.
Okul yaz boyunca beni beklemişti. İki derslik, ortada müdür odası ve küçük bir koridoruyla okul küçük bir binaydı. Boş dersliklerin bazıları kırık sıra masa dolu, bazıları da yakacak deposu olmuştu. Köy büyük şehirlere çok göç vermişti. Bu okula daha önce rüyamda da gelmiştim. Okulun yakınında uzun zamandan beri kullanılmamış, camları kırık iki lojman, lojmanlardan biri badana yapılmış, orta yerde billur gibi berrak akan bir çeşme, az ötede, değirmenin yanında çatısı yarı uçmuş, kapısı olmayan iki gözlü tuvalet vardı. Çeşmenin başında beyaz tülbentli kadınlar toplanmış bidonlara su dolduruyor, okulun önünde birkaç çocuk top oynuyordu.
İlk defa sınıfa girdiğimde, sınıf öğrenci ile doluydu. Kimi siyah önlüklü kimi önlüksüz bütün öğrenciler ayağa kalktılar. Tahtada durmuş, kararsız gözlerim öğrencilerin üzerinde dolaşıyordu. Çocuklar ilkin çekindiler, gözlerini benden kaçırdılar. Epey sonra, köşedeki mavi pötikare örtüsü olan masayı fark ettim, sandalyeyi bulup oturdum. Dalgın halim, öğrencilere cesaret vermişti, bir süre sonra sınıf ayaklanmış kendi aralarında oynuyorlardı.
Sınıfa girdiğim yerde bir karış toz toprak beni karşıladı. Çift camlı ahşap pencerelerin kırık yerlerinden yazın giren kırlangıçlar tavana yuva yapmış, etraf hasattan kalan sarı buğday samanı ile doluydu. Duvarlarda sıra kenarları koca oyuklar açmıştı. Değişik zamanlarda oyuklar acemice sıvanmış fakat sıra darbeleri ile oyuklar büyümüş, yer yer tuğla kırmızısı görülmekteydi.
O gün sınıfa ilk defa girdiğimde uğultudan başım döndü. Dışarıdaki kardan kamaşan gözlerim bir şey görmedi. Öğretmen sandalyesini el yordamı ile bulup oturdum. Öğrenciler ayağa kalktı, sonra oturup oturmadıklarını hatırlamıyorum. Üst sınıftan, büyük bir öğrenci elinde değnekle sıralara vura vura sınıfı susturmaktaydı. Kara tahta yıllara göğüs germiş, üst üste vurulan siyah boyaları kuruyup çatlamış, üzerindeki yazılar okunmuyordu. Aşağıda, kara tahtanın dibinde bir avuç tebeşir kırığı, beyaz un içinde birikmiş yatıyordu. Bir tahta parçasına yün keçe sarılıp çivilenmiş, silgi yapılmış, yazı tahtasına sürtünmekten çivinin kafası yontulmuştu. Teneke sobanın yanları delinmiş, yanmış tezek külleri ortaya dökülmüştü. Sapı yarısına kadar yanmış külçeken, içinde tezek kırıkları olan kovada duruyordu. Elinde değnek olan öğrenci daha sıralara vurarak çocukları susturuyordu.
Kısa zaman içinde lojmanıma yerleştim. Müdür odasındaki masaya bir bilgisayar getirip koydum. Çatıdaki bacaları tıkayan karga yuvalarını temizledim. Okulun öğretmeni, hademesi aynı zamanda müdürüyüm. O gün kimin evinde tandır ekmeği pişiyorsa kokusundan bilirim. Kürek, çalı süpürgesi, karbon kâğıtları, zımba teli, gelen evrak defteri, mühür nerededir ben bilirim. Öğrencilerin sabah koltuk altlarında getirdiği birer tezeğin çetelesini ben tutarım. Bu hafta hangi harfin verileceğine, hangi fişin kesileceğine ben karar veririm. Köyde kimin taziyesi, kimin düğünü var hepsine katılırım. Yerine göre duvar ustası, veteriner hatta ziraat memuru oldum. Birleştirilmiş sınıf yaptığım kırk elli kadar değişik yaşlardan öğrencim vardı. İlçeye yetmiş kilometre mesafede, dağlar arasındaki köyümde tutunmaya çalışıyorum.
Masamı süsleyen çalışmayan bilgisayarı yakınlardaki yatılı bölge okulunun deposunda bulmuştum. Okulda elektrik bağlantısı yoktu, fırtına direkler devirmişti. Civardaki köylere sadece akşam saatlerinde elektrik veriliyor, sabah erkenden kesiliyordu. Masadaki bilgisayar çalışmadığı halde bana iyi geliyordu. Kendimi medeniyete daha yakın hissediyordum. Üniversitede internet diye bir şey duymuştum. İnternette insanlar kendilerine adres açıyor, oradan birbirlerine mesajla atıyormuş. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım bana da adres açmıştı, fakat kullanma imkânı olmadığından unutmuştum. O adres halen cüzdanımda kırışık bir kâğıdın üzerinde duruyordu. Bu adres sayesinde sevdiğim kıza ulaşacağımı umut ediyordum. Bu çalışmayan bilgisayarla bir çeşit yaşama tutunmuştum. Bir gün bu köyden çıkıp gideceğimi her şeyi yeniden başlayacağımı hayal ediyordum.
Buralarda çok kar yağıyordu. Geceler uzuyor içinden çıkılmaz bir hal alıyordu, bu durumda hayal kurmak bile insanı yorardı. Kitap okumak, sevdiğine şiir yazmak, rüya görmek hiçbiri kar etmez, insan sade bir yalnızlığa gömülür, orada yolunu yitirir hangi yöne döneceğini bilemezdi. Bir ses duymak isterdim, bir komşu kapıyı çalsın, bir çocuk “öğretmenim annem sıcak çorba gönderdi desin” bu ses gecenin ıssızlığını bölsün isterdim. Komşu kapıdaki siyah köpeğin havlaması da olmasaydı, bütün evlerin dün geceden yüklenip köyü terk ettiği, bu ıssız düzlükte kar altında unutulduğum hissine kapılacaktım. İşte o zaman dizlerimi karnıma çekip yatağımda sabaha kadar ağlayacaktım. Lojmanda oturup kalkıyor dolaşıyor hemen hemen her eşya ile ayrı bir yakınlık kurmuş, en çok da sobanın üstündeki alüminyum çaydanlığın cızırtısı ile hasbihal ediyordum. Lojmanın penceresindeki alıç ağacı, karşı yamaçta tek başına, bazen karda dalları kırılacak gibi oluyordu. Kar tatili olunca lojmana kapanır, pencerede oturur, karşıda sadece o alıç ağacını görürdüm. Bir de günlerce yağan kar, rüzgârda sel gibi savrulup akan sonra geceler boyunca uğuldayan. O ağacı hayalimde allar pullardım, her gün onu yeniden süsler, pencerede oturup öylece izlerdim. Sevdiğim kızla konuşur gibi onunla hasbihal ederdim. Camdan bakarken vilayette atandığım ilk günü düşünüyordum. Hükümet konağı girişindeki listede adımı arayıp bulunca sevinçten uçmuştum, inanamayıp bir daha bulup okumuştum. Depo tayini olduğumuz okulda bir ay boyunca imza atıp İstasyon Caddesinde bir yukarı bir aşağı gezmiştik. Beğenmediğim öğretmenevi şimdi bana çok lüks geliyordu. Hükümet konağında kuralar çekilirken yüzlerce öğretmen nasıl da dalgalanıp durmuşlardı. Uzak köylere atananlar çok ağlamıştı. Ben atandığım köyü bilmediğim için tepkisiz kalmıştım. Keşke o zaman burayı bilseydim doya doya ben de ağlardım. Lojmanın camları içerden bazen buz tutar günlerce dışarısını göremezdim. Camdaki buzları kazımaktan usanmıştım. Sabah medeniyete dair bir ses duyayım deyip Allah’a yalvarırdım. Muhtarın minibüsü çalışsın diye beklerdim. Minibüsün sesi geldi mi yollar açık demekti, işte o zaman içime bir umut doğar, gönlüm ferahlar kalkıp sınıfa giderdim.
Kesuk Boğazı’ndan şiddetli rüzgâr eser peşinden amansız bir tipiye çevirirdi. Tipi başladı mı günlerce sürer, el ayak kesilirdi. Tipi dinince insanlar evlerinden çıkar damlarını temizlerdi. Uzun sürmüş bir fırtınadan sonra gökyüzü cam gibi berraktır. Böyle zamanlarda bakılınca dağ bayır ova her yer beyaza kesilmiş, aralarındaki mesafeler kalkmış, fırtınada dağlar yürümüş birbirine bitişmiş gibi olurdu. Ta uzaklarda bir tilki yürüse, bir çift keklik kalksa buradan, lojmanın penceresinden görülürdü. Murat suyu donmuş gümüş gerdanlık olmuş, muhtarın evinin önündeki minibüs, hacının traktörü, okulun önündeki çeşmeye varana dek her şey donmuş olurdu. Murat suyunun çakılları arasında balıkları, koyaklarında yaban söğüdü dalları, söğütlükte yılkı atları, hacının römorkuna bağlı siyah köpeği her şey kar altında kalır, Murat suyu donmuş gümüş gerdan olurdu. Tipide Köse Dağı kalkıp okulun dibine kadar sokulurdu.
Bu köyde kendime has bir dünya kurmuş içinde taze ekmek kokusu, karga sesleri, kırlangıç yuvaları ve değişik yaşlardaki öğrencilerimle yaşıyordum. Her sabah tozunu sildiğim çalışmayan bilgisayar yaz kış ortada duran tezek sobasına, sobanın üstündeki çaydanlığa ve kolçakları bit yeniği ile delik deşik olmuş, tekerlekleri kırık koltuğa inat müdür odasını süslemeye devam ediyordu.
Uzun bir kıştan sonra başka hiçbir yerde olmayan umut verici yemyeşil bir bahar geldi. Güzün ekilen buğdaylar rüzgarda sallanıyordu. Her yer çiçeklerle süslenmiş, lojmanın pençesindeki alıç ağacına su yürümüş, yamaçtaki yerinde çiçeklerden beyaz bir gelinlik giymişti. Köse Dağı eski yerine kalkmış gitmişti. Murat ırmağı, eriyen kar suları ile coşmuş her tarafı sel basmıştı. Irmağın kıyısında köylüler şeker pancarı ekiyordu. Öğrencilerim ekinde çalışıyordu. Küçük çocuklar çubukların ucuna poşetler bağlamış etrafta kaz otlatıyordu. Okulun çatısında kargalar kuluçkaya yatmak için bacaları yeniden dolduruyordu. İçim içime sığmıyordu. Hafta sonu ilçeye inip postanede okulda arkadaşlarım ile uzun uzun konuşuyor, sevdiğim kızın izini sürüyordum.
Baharla beraber müfettişler köyleri dolaşıyordu. Bir gün müfettiş geldi. Okulu baştan aşağı teftiş etti. Her şey çok güzel gidiyordu. Müfettiş ile okulun etrafını dolaşıyorduk. Öğrenciler müfettişin sorularına cevap verdikçe sevinçten uçuyordum. Yıl boyunca yaptıklarımı büyük bir heyecanla anlatıyordum. Müdür odasında çay içerken müfettişin gözü bilgisayara takıldı, çalışıp çalışmadığını sordu. Bozuk olduğunu duyunca “hocam çalışmıyorsa at” dedi.
Ağzım kulaklarımda yıl boyunca yaptıklarımı anlatırken aniden moralim yerle bir oldu. Sanki okulun bütün camları büyük bir gürültüyle kırılıp ayaklarımın altına döküldü. Kış boyu süren güzel rüya bitiverdi. Okula geldiğim ilk güne döndüm. Elimde valizle minibüsten daha yeni inmiştim. Gelmeden düşlerimde gördüğüm okulumun çatısında bu sefer soba dumanı yoktu, baca yıllara dayanamamış, dökülmüş tuğlaları kışın yağan karla beraber sürüklenmiş, çatının orasına burasına dağılmıştı.
Müfettiş gitmiş, çocuklar arabanın peşinden koşturmuştu. Kravatımı çıkarıp okulun merdivenine oturdum. Uzayan yüzümün iki yanında sanki soba yanıyordu, parmaklarım alnımda sivilce izi arıyordu. Gözden yitinceye kadar peşinden baktığım araba kaybolduğu her virajdan biraz daha küçülerek çıkıyor, gittikçe bir karaltıya dönüşüyordu.
Mustafa Alagöz