2
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
609
Okunma

Gök fincanı yana doğru çevirdi falcısı minicik telve damlası düştü toprak tabağa. Sağa sola doğru çevirip şekillendirmek falcıya kalmıştı.
Yıllar sonra fark etti ki telve damlası, gözlerinin perdesinde büyüyen korkuları, süt dişleri arasında ezilerek kök salmış ruhunun topraklarına. Bahçenin kuytu köşelerinde toplamış gölgeli kısacık mutlulukları, ama gülen bulutları indirememiş gözlerinin derin vadilerine arkadaş olsun diye. Çığlıkları, çoğu zaman bellenmiş toprağın bağrına gömülmüş, çünkü kahkahaların dansı yasaklanmıştı, küçüklüğündeki oyunun kuralıydı. Falcının iradesiydi.
Yanak kasları, yırtılır gibi acımamıştı hiç, çünkü duygularının taşıdığı ağırlığı gizlemek, içindeki fırtınaların prangasıyla yaşamak zorundaydı küçük damla. Haykıran dereler, gözlerinde çağlamamıştı hiç; sessizce kabullenmişti fırtınaların içinde büyütmenin hüznünü. Ağlamak yasaklanmış, zayıflıkla damgalanmıştı dünyası.
Ve o şiirler! Onlar da yasaklanmıştı, özgürce akmamalıydı kelimeler kâğıtlarında. Altı yıllık uykudan uyandığında yanık kâğıt kokusunu hissetti sıcak teneke sobadan gelen. Şiir kitaplarıydı küle dönen. Kadınların duygularını çivili tabutlarda saklamaları gerekmiş aynı tabutta çürümeye mahkûm edilerek. İçinde fazlaca rendelenmiş, şekillendirilmiş duygusuz bir tahta gibi büyümüş yıllarca.
Kahkahayla gülenlere imreniyor halâ. Ve hıçkırık deryasına düşenleri anlamaya çalışarak. Yarım asır sonra, sadece şiirin yasağını delmeyi başarabilmiş. Küflenmiş duygularının isyanı başlamıştı artık. Kimse kınamasın küçük telve damlasını lirizmin deryasına dalamıyor diye. Ezilerek taşlaşmış kalbi sadece öfkenin seslerini iletiyor kendisini yazarken…