2
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
488
Okunma
“Türk kahvesi yapmayı biliyor musunuz?”
Yok daha neler! Evet, sabahları kendim giyiniyorum, evet birden ona kadar takılmadan sayabiliyorum, evet adımı yazabiliyorum ve evet, Türk kahvesi yapabiliyorum.
“Niye sordunuz ki?”
“Çekirdekleri Türk kahvesi incelediğinde çektirdiğinizi görünce merak ettim.”
“O zaman ilk sorunuza cevap vereyim: Evet, Türk kahvesi yapabiliyorum.”
“Bana da yapar mısınız?”
Eğer bu şaşkınlığımdan faydalanıp cüzdanımı kapmak için geliştirmiş bir yolsa çok başarılı olacağını itiraf etmem gerekir. Tam anlamıyla boş boş baktım. Normalde böyle kulağa kaba gelen bir yanıt vermem ama o an dilim beynimin donakalmasının fırsatını kullandı:
“Niye ki?”
“Daha hiç içmemiş olmam bir neden olabilir mi? Ya da civardaki kafelerin Türk kahvesi servisi yapmamaları? Kahveyi bilen biriyle tanışma isteği?”
Marketin kahve reyonunda bizden başka kimse yoktu. Şöyle bir baktım talebin geldiği kişiye. 45-50 yaşlarında, boyu benden az da olsa uzun, koyu renk saçları omuzlarına kadar inen bir kadın. Bir Çapanoğlu var bu işte ama neresinde kestiremiyorum.
“Peki, dedim. Yarın Regency Parkında, saat on buçukta buluşalım. Otoparktan göle varınca masalar var kıyıda. Yalnız, gelemeden kahvaltınızı edin ama kahvaltıda kahve içmeyin. Çay içebilirsiniz.”
“Ya bitki çayı?”
“O da ne?”
Anlamadığımı sanıp şaşırdı.
“Hadi, yarın on buçukta buluşuruz.”
Arkamdan “Numaralarımızı değişseydik” diye seslenmesini duymazdan gelip marketten çıktım. Çok ilerlememiştim ki arkamdan tekrar seslenildi:
“Beyefendi, lütfen durur musunuz?”
Kadının yapışkanlığı canımı sıkmaya başlamıştı. Döndüm ve gördüm ki bana seslenen o değildi. On sekiz yaşlarında kasiyer bir kızdı. Göğsündeki etikete bakılırsa adı Leslie imiş.
“Beyefendi, elinizdeki poşetin parasını ödediniz mi?”
Çektirdiğim kahve poşeti elimde kasalara uğramadan dükkandan çıkmıştım.
“Aa, ben bunu ödemeyi unuttum. Çok affedersiniz”
Çıtı pıtı Leslie’nin “Hadi biz de yemiş olalım” bakışları arasında markete döndüm. Ödemeyi yaparken az önce konuştuğum kadın gözüme ilişmedi.
...
Regency Parkı arabayla gidilen bir mesafede. Zaten her yer arabayla gidilen uzaklıklarda. Son on beş yıldır evimden çıkıp bir yere yürüyebildiğimi hatırlamıyorum. Yedi nokta dört mil süren ve bu mesafe boyunca nokta yirmi yedi galon benzin yaktığım bir yolculuğun sonunda (Arabalar niye böyle raporlar vermeye başladı? Büyük Ağabey performansımızı mı gözetliyor?) parka vardım. Haftasonu olmasına rağmen pek kimse yoktu. Sabah yürüyüşü yapanlar ya da bisikletlerine binenler çoktan evlerine dönmüşlerdi. Huzur içinde göle yürüdüm.
Benden önce gelmiş, kıyıya en yakın masaya oturmuştu.
“Yok, dedim, buraya oturamayız.” Az ilerideki bir masayı gösterdim:
“Şu iyi.”
“Niye o masa?”
“Çünkü onun dibinde priz var. Herhalde burada ateş yakıp kahve yapacağımı düşünmedin?”
“Ateş değil de belki termosa filan koyarsın diye düşündüm.”
“Oha!” Ay ne güzel, yerel halk bu tip nidalardan anlamıyor. “Sen gerçekten Türk kahvesi nedir, bilmiyorsun”
Omzuma astığım heybeden bir elektrikli ısıtıcı çıkardım. İçine iki ölçü kahve ve suyu ekledim. Fişe taktım ve düğmesine basarken “Affınıza sığınıyorum” diye mırıldandım. Adetimdir; her ateşe koymadığım kahve için özür dilerim. Kulağıma yıllar öncesinden Erkan’ın “Gaz ateşi de olmaz. Kor olmalı mutlaka!” deyişi geldi. Ona da “Bokunu çıkarma istersen” diye fısıldadım. Erkan da yirmi küsur yıl önceki haliyle aklımdan buharlaşıp gitti.
Kahveler olunca yine heybenden çıkardığım fincanlara döktüm, köpüklerini ayarladım. Annemin gündelikçisi gibi “Elin gavuru ne anlayacak köpükten?” demedim.
“Kahvaltını ettin, değil mi?” diye sordum.
“Evet ettim. Ama neden ısrarla bunun üzerinde duruyorsun?”
“Çünkü kahve Türk kültüründe çok önemlidir. Günün ilk öğünü bile adını ondan alır: Kahveye altlık olan. Kahve boş
karnına içilmez. Kahve yemekle beraber içilmez. Dahası kahve yalnız da içilmez.”
“O zaman senin de kahve içmek için bana ihtiyacın vardı?”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Kahve teklifimi kolayca kabul etin. Haftasonu başka programın olmadığı için bu saate kahve seansı koyabildin.
Yanılıyor muyum?”
“Eğer o kadar yalnızsam, tek başıma içemeyeceğim bir şeyi niye aldım?”
“Ümit...?”
Bir ihtimal...