17
Yorum
21
Beğeni
0,0
Puan
1652
Okunma


Salona geçiyorum, misafir var. Yan duvara sırtı yapışık vaziyette konumlanmış, üçlü kanepede siyahlara bürünük oturan, otuzlu yaşlarında bir kadınla, yarı profili karısının gölgesinde kalınca baktığım açıdan yüzünü tam seçemediğim genç bir adam. Babam ve amcamlar odanın baş köşesindeki koltuklara, yaşlarına hürmeten saygınlığını kolayca ifade edebilecekleri pozisyonda; ağırlığını da ortaya koyabilecekleri şekilde ciddi yüz ifadeleriyle oturuyorlar. Normalde tersi olur benim bildiğim. Adab-ı muaşeret kuralları gereği, aradaki iletişimi sağlayabilecekleri ya da davranışlarını kontrol altında tutabilecekleri, nezãket ve hoşgörü prensiplerine bağlı olduklarını göstermek için, gelen misafir evin baş köşesinde adabınca ağırlanır ve saygıda kusur edilmez ama bu kadrajda gençler sanırım büyüklere hürmet edip, "Estağfurullah efendim buyrun siz geçin" deyip yabancılık çekip yerini yadırgamamaları açısından; kadife kumaşla beraber zımbalandıkları tapulu yerden de etmemek için buna kanaat getirip, bizimkileri o göçük çukurlara ait oldukları yerlerine mıhlamayı daha münasip görmüşler.
Yalnız bu kasvetli ağır havayı, bu ciddiyeti garipsediğimi söylemek zorundayım. Bu gençler kim tanımıyorum. Kimse neden konuşmuyor bilmiyorum. Bu kırk metre karelik çöl alanda Yeliz neden kendine oturacak bir yer bulamamış gibi bu kadının ayakları önünde çiçekli halıya diz çökmüş hiç anlamıyorum. Hele ki gelen misafirleri es geçip selam dahi vermeden, bi ’hoş geldiniz’ bile demeden, kadının yanına sessizce ilişip oturan, hal hatırdan bihaber olan meczup beni hiç tanımıyorum. Bu görgüsüzlüğümü mazur gösterecek değilim, saygısızlığımın affedilir bi tarafı da yok farkındayım ama durduk yere de taş kesilmemişimdir. Yoksa ki normal toplum normlarının dışına çıkıp, bana biçilen rollerde böyle anlamsızca putlaşıp, lãl olmazdı dilim. Bir nedeni, sebebi olmalı nutkumda tutulan bu gam dizisinin; altın taçlı ve mavi cüppeli Maria’yı arkasına alıp, Yusuf’u da İsa’yla emekleye emekleye kuru otların üstüne salmamın.
...
Kapıyı Yılmaz açıyor bana, sonra da kanına yavaş yavaş karışan sanrılarıyla mutfağa gidiyor. Ben bu kapıdan ne zaman içeri girsem ayaklarım beni otomatikmen o mutfağa sürüklüyor. Acımı deşip, boyumun ölçüsünü almak, beni duvardan duvara çakıp eski öyküye yeni (sa)adetler getirmek istiyor. Başarıyor da...Bu ilk değil ki; son da olmayacak biliyorum. Mezara kadar götüreceğim mutfağın her bir metrekaresini içimde. Ne ona huzur var bu hayatta, ne de bana. Ne o teselli bulacak, ne de ben. O duvarlarda çığlıklarım asılı, o duvarlarda feryat figanlarım...Her zerresi baştan aşağı çaresizlikle döşenmiş o mutfak. Elleri kolları boğumlu mutfak. Tavana kadar uzanan beyaz fayansları morgu çağrıştıran mutfak...sonra da içimi cızbız edip ürperten mutfak...’Sen kal, ben giderim!’lerin dilsiz sekanslarını yüzüme yüzüme haykıran mutfak! Gitmelerin kitabını yazan mutfak! Üstüme kan kusup, içime içime ağlayan mutfak! Ben şimdi seni nasıl anlatim? Bende açtığın yaraların dilini nasıl bağlim? Sen öldün! Senden sonra da zaten herkes sırayla ölmeye başladı içimde, taksit taksit...
Senden sonra iki yarası bir araya gelmeyen kalbim; ortadan çıt diye bi daha ikiye ayrıldı. Orayla buraya sığamamış yarı heterojen göçebe halkın huzurunda; sırım bir ipin üzerinde, uzuvlarını yalayıp yutmuş bir günah gibi tepetaklak asılı kaldım.
...
Yılmaz’ın da içeriyle bağlantısı kesik kopuk, herkesten uzak yer bildiği bu morga o da gönüllü girmiş, bedenine ağır gelen kemiklerini içine yatırıp, acıdan düğümlenen organlarına tuz basarak "Bir mezar kadar sessizim Tanrı’m!" deyip ölümle kartlarını açık oynamak istemişti. "Yılmaz!" diyorum, "Bizi bu hayaletlerden, bu kasvetten, bu acılardan kurtaracak bir çukur bul, üstümüzde hazır bileti kesilen cesedin sıcaklığı da varken bizi birbirimize iki zımbayla tuttur!" Yılmaz beni duyuyor muydu, bilmiyorum. Onun içindeki cesetler sanırım çoktan soğumuştu. Eskiden olsa sazan gibi her suya atlar, türlü türlü şaklabanlıklarla bizi kırıp geçirirdi. Artık kimse de gülmüyor. Hani bazen öylesine gülünce de, görünmeyen bir el sanki boğazımıza yapışıp, kıskaçla da kalbimizi sıkıştırıp duruyor. Ben mutfağın fayanslarına kalbimi asıp çıkarken, Yılmaz da alelacele yaralarını kimseye çaktırmadan, iki ayağını bir pabuca sokmuş, karda yürüyüp izini kaybettirmeye çalışıyordu.
Senden sonra herkes yarı ceset torbası, külfetli bedenlerini ordan oraya sürükleyip duruyorlar. Kalplerine bir kıymık batsa bizden bilecekler.
Arkandan alev alev tutuşan o evde; kiracılara küllerimizi miras bıraktık.
...
Yılmaz son sürat hazırlıklarına devam ederken yalnız olmadığımızı, birinin daha mutfakta bizimle olduğunu fark ediyorum. O mu? Değil mi? Kararsızlığıyla bocalarken, tezgâhın başında arkası dönük vaziyette kap kacakla uğraşıyor o malum şahıs. Ben sanki ebediyete intikal etmişim de, görünmez olmuşum kimse de farkımda değil. Bu yüce varlıkların da her hakkı mahfuzmuş gibi ne dokunabiliyorum, ne de konuşabiliyorum onlarla. Bu mutfağın namını duyan da pılını pırtısını toplamış, bir halk otobüsüne tıkışa tıkışa binip gelmiş buraya dersin. Herkesin kalbi burda atıyor mübarek! Halbuki bizim de kalbimiz burda musalla taşı gibi cillop parlıyor bileylenmiş satırın ağzında. Biri konuşacak mı artık! Madem eskiden kalma bir yarayı kanatmaya geldiniz, susmayın konuşun bari! Hadi neyse diyorum sizi mi kırıcam, "Az mı acılı kalbimi yemediniz! Şafak sökene kadar gelin bi tur daha dönelim!"
...
Dümbelek gibi dönüp durduk bi o yana bi bu yana mutfağın içinde, misafire ne çay götürdük, ne de başka bir ikramda bulunduk. Ne onlar konuştular ne de siz, ne onlar akıl edip evine gitti ne de biz...Ona bakıyorum. Kırbaçlı sırtını sadece bu mutfağa değil, dünyaya da dönmüş. Elindeki bıçağı görünce "Ben o bıçağın altına yatarım Yusuf! Yeter ki sen acı çekme!" deyip böğrümü yırtıp koparasım var şuramdan. ’Yok ama ya!’ diyorum, ’Hüseyin’dir o!’ Biz bu grupla az mı ellibir, pişti, isim şehir oynamadık? Cevabını alamadığım sorularla mutfaktan çıkıp salona giderken aklım da darma duman olmuştu. Unutmak dediğin hiç iyileşmeyen bir yaradır. Ben hâlâ o yarayı kanıyorum baba! etrafında her gün bi tur dönüp duruyorum.
Yeliz çömeldiği yere iyice kapaklanmış, derin düşüncelere dalıp gitmişti. Ben de o bayanın yanına geçip oturdum, Yeliz de dizlerimizin dibinde, avutulmayı bekleyen çocuk gibi bacaklarımıza sokulmuştu. Ellerimi saçlarına götürüp "Bu kesim yüzüne çok yakışmış!" dedim ama sonra yakından bakınca saçlarının göz göz seyrekleşmiş olduğunu ve kafa derisinin de belirgin şekilde ortaya çıktığını fark ettim. "Yeliz!" dedim "Saçların baya dökülmüş gülüm!" Ben öyle deyince kadın da vitamin bombası nezih bir yorumda bulundu, "Hele şükür!" dedim biri konuştu. "Hiç de bile! Saçları gayet sıkı gür bence!", "Neresi gür? Görmüyor musun kızın derisi nasıl da kabak gibi ortada!" Şom ağızlı seni, sus Mero sus konuşma! Yeliz’e de Yusuf’a baktığım gibi bakıyorum işte elimde değil. Öyle bir acımak, acımak ki...
Bu kızın bu mahzunluğu, bu masumluğu içimi burkuyor, aynı Yusuf’ta tezahür ettiği üzere..."İnsan suretinde zuhur edip vücut bulan dört melekten iki kişi hangisidir?" diye biri cüret edip sorsaydı; hiç tereddüt etmeden Yeliz’le, Yusuf’u gözünün içine sokar, "Al bak! bu da bugünkü promosyonun! Müessesemizin yeni müşterilerine limonatalı gazozlu ikramı!" deyip fıskiyeli suyla fışkırtacağım bi ton acımla baştan aşağı onu bi güzel donuna kadar ıslatır, feleğini de şaşırtırdım Ahmet abi. Kul hakkıdır gözü kalmasın garibanın, o da payına düşen bereketten nasibini alsın.
-Biz de üç kişiydik, üç yaralı fişektik- güzel abim. Yeliz, Yusuf ve ben...Üçümüzün de yarası birbirinin kopyasıydı ve sürekli aynı yerden kanıyorduk. Yılmaz da yedek kulübesinde oturmuş, terini soğutmadan sahalara döneceği günü sabırsızlıkla bekliyordu.
Yeliz’in saçlarında korsan bildiri dağıtırken kader, çürük düşlerimizi ayıklarken, birinin daha kapıdan içeri adım attığını gördüm. Başımı kaldırdım, uzun uzun yüzüne baktım. Yusuf öylece ayakta durmuş, gözleri ışıl ışıl, mutlu ve bahtiyar tebessümüyle bize bakıyordu Ahmet abi. "Yeliz!" dedim "Bak Yusuf geldi!" Yeliz de abisinin adını duyunca başını gömüldüğü yerden kaldırıp baktı "Yok abla!" dedi "O bu abinin kardeşi!" "Yok!" dedim "Bu kadar benzerlik olur mu canım? Bal gibi de bizim Yusuf işte!" Adam da balıklama atladı ordan hırbo! "Yok o benim kardeşim!" diye tutturdu...Söylemesen çatlarsın değil mi! Bu insanlar niye böyle Ahmet Abi? Niye sevincimizi kursağımızda bırakıyorlar hep? Bırak da! Biz onu Yusuf bilip boynuna sarılalım, bırak da yıllanmış hasretimizi çekinmeden giderelim. Yusuf da ne ha diyo, ne yoğ diyo, öyle şaşkın duruyor garibim...O ya da bir başkası ne fark eder ki? Bu tıpatıp bizim Yusuf mu? Yusuf! Bu mahzun bakışlar onun mu? Onun! Bu burun, bu kara kaş, bu kömür gözler, bu boy bos, bu endam, bu nurlu yüz...Şimdi kimlikte adı Hasan yazsa ne, yazmasa ne? Ben bu adamı yine öper, yine sarılırım abi, bi daha da bırakmam gitsin, bana ne!
O heyecanla, bilmiyorum kalbim kaç yüzle çarptı! Coşkuyla kalkıp fırladım ayağa, ona doğru seğirttim. "Yusuf!" dedim, "Nihayet geldin ha sonunda! Seni o kadar ama o kadar özledim ki!" Bozuntuya vermedi, konuşmadı da benimle sadece güleç yüzüyle eskiden olduğu gibi masumca baktı bana yine öyle...Beni kandıramazsınız! Kalıbımı basarım bizim Yusuf olduğuna yahu! "Ey ahali! duyduk duymadık demeyin, Yusuf’umuz gelmiş evimizde şenlik var bugün! Mutluluğumuza nail olmak isteyen buyursun gelsin!"
Sevinçten ağlıyorum! Öyle bir ağlamak ağlamak ki...
...
Bu boşluğun sebebini buldum baba! İki satırla dikilen kalbim, hâlâ yasını tutup ustura ağzında yaşayan bu evin, bu mutfak seramiklerinin arasındaki şu derzli dolguların içinde sıkışıp kalmış, boğum boğum, lime lime olmuş. Hüzünleri karıp, yaralarımı kazdıkça altından hep Yusuf çıkıyor baba! Ona sarılmıştım, onu koklamıştım, onu öpmüştüm ve ölür diye ölesiye korkmuştum. Ben onu toprağında kucaklayan bir mezarım artık baba! O da benim yaramın içine düşen mağdur kurt.
Tanrı’m! Yalvarırım kapıyı aç! Ben aşağıdayım!
♧m.g♧
▪︎"Öyle bir ölsem, ölsem ki ve öyle bir ağlasam, ağlasam ki" sözleri Aziz Nesin’e aittir.
▪︎"Biz üç kişiydik...Üç ağız, üç yürek, üç yeminli fişek" ♧Yusuf Hayaloğlu♧