1
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
460
Okunma
‘İşte burası’ diye gösterdi yeni yetme rehberimiz, ‘Kleopatra ile Markus Antonyus’un mezarı.’
Bir taş yığınına bakıyoruz. Belki zamanında daha düzenliydiler ama şimdi geriye taşlarının çoğu yerinden çıkmış, kırılıp ufalanmış, otların da çöl iklimine ve taşlara aldırmadan bürüdüğü bir yığın kalmış.
‘Kleopatra’nın mezarı biliniyor muydu? Diye bana sordu Theodora.
‘Yok. Oktavyanus onun Markus’la beraber gömülmesine izin vermiş ama yerleri bilinmiyor’
‘O zaman biz neye bakıyoruz?’
‘Öncelikle bir taş yığınına. Büyük olasılıkla da herhangi bir mezara.’
‘O zaman biri gömülü bunun altında?’
‘Bir zamanlar öyleymiş. Ama binlerce yıldır Mısır’daki bu tip mezarların hepsi yağmalanmış, cesetler etrafa saçılıp toz olmuş, hatta şu taşların kırılıp yığın haline gelemsinde zamandan çok mezar soyguncularının etkisi vardır’
‘Ben Yunanca biliyorum’
İkimiz de yeni yetme rehberimiz Eşak’a döndük. Mısırlı tıfıl anlamaz diye aramızda rahatça Yunanca konuşuyorduk.
‘İyi konuşuyor musun bari?’
‘Eh işte. Ho Dikaeopolis estin oturgos!’
Demek Dikaeopolis bir çiftçiymiş. Antik Yunanca’ya giriş kitabı Athenaze’nin birinci dersinin ilk cümlesi... Sessizliğimizi görünce cephaneliğindeki ikinci numarayı savurdu:
‘Ho dule, me esti ratumos alla pone!’
‘Ey köle, tembellik etme de çalış’ Günümüz için sakıncalı bir cümle. Gel gör ki Athenaze’nin ilk dersine, oradan da Eşak’ın dağarcığına girmiş.
‘Sen Yunanca’yı bu kitaptan mı öğrendin?’
‘Evet’
O zaman Eşak’ın bizi anlamadığını anladık. Antik Yunanca Milattan sonra altıncı yüzyılda konuşulandan tamamen ayrılıyordu.
‘O zaman Kleopatra ile konuşabilirdin yani’
‘Kraliçe Mısırlı ama.’
‘Kendi hanedanından Mısırcayı öğrenen tek kişi. Ana dili Yunanca’
‘Uyduyorsun’
Mısır apaçisi Eşak’ı ikna etmeye çalışmadım. Dönüp piramitlerin yönüne doğru baktım. Keops’un az ilerisinde bir vahayı andıran yeşillik Marriott Golf Kulbüydü. Onun arkasında da hem o yeşilliği, hem de piramitleri yutmak üzere olan Kahire şehri. Şehir ölülere ait Batı değil, Nil’in doğu yakasına kurulmuştu. Ama zaman içinde ölüm korkusunu yenip batıya da geçmiş, yavaş yavaş piramıtleri çevrelemişti. Kuzeyde Sfenks Uluslarası Havaalanı vardı. Biraz batıda içinde kayak malzemeleri satan bir dükkanı da barındıran dev Mısır Alışveriş Merkezi. Yeni Mısır eskiyi yemiş bile. Piramitleri de ortadaki üç ağacı kesmeyip ama etrafını boğan otoyol gibi sağ bırakmışlar.
‘Uyduruyorsun, değil mi? Kelopatra’nın Yunanca konuştuğunu?’
Eşak hala Mısır kraliçesinin Mısırlı olup olmadığını irdeliyordu.
‘Bak, Kleopatra İskender’in generallerinden Batlamyus’un soyundan geliyor. Bunlar da Makedonyalı bir aile. Haliyle
Yunanca konuşuyorlar. O kadar sözüm ona Yunanca öğrenmişsin, kraliçenin kaybolmuş mezarını bile bulup, çıkartıyorsun ama kadının Yunanca konuştuğundan haberin yok. Es kaza ruhunu çağırsan konuşabildiğinize şaşıracaksın.’
Theodora dalga geçen bir tonla ‘Kleopatra’ya ‘Makros estin ho ponos’ mu diyecek?’ diye sordu.
Eşak boş boş baktı.
‘Kitapta ikinci derse daha gelememiş’ dedim Theodora’ya.
İncinmiş gururunu kurtarmka için Eşak’ın belli ki bir şeyler yapması gerekiyordu
‘Size İskender’in mezarını da gösterebilirim’
‘Babil’de değil mi o?’
Bu sefer bilgiçlik taslama sırası Eşak’taydı:
‘Yok be. Geenral Batlamyus onu memfis’e getiriyor. Oğlu da İskenderiye’ye taşıyor’
‘Piçöz doğru söylüyor. Bu arada altın kaplama tabutunu cam olanla değiştirip altınlardan sikke kesiyor. Roma devrinde hala ziyaret ediliyor. Sonra ortalıktan kayboluyor’
‘Kaybolmuyor, diye ayak diretti Eşak. Ben yerini biliyorum.’
‘Neredeymiş?’
Arkasına döndü. Kahire’nin henüz tamamen ele geçiremediği güney yönüne baktı. Kızıldeniz yarılması gibi şehir iki koldan ilerlemesini durdurmuş, aradan uçsuz bucak çöl gözüküyordu.
‘Desene İskender’İn Sina’yı geçişi biz de çölü geçeceğiz’
‘Cip kiralayacağımız bir yer biliyorum, dedi Eşak, amcaların dükkanı...’
Theodora ile birbirimize baktık. Aynı şeyi düşünüyorduk.
‘Eşak, biz bunu adabıyla yapmak istiyoruz. Bize iki deve bulabilir misin?’
Bir şey demeden Eşak düştü önümüze.