3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
679
Okunma

‘Niye bizim aradığımız kütüphanecinin sen olduğunu düşünüyorsun?’ diye sordu Metropolitan Kütüphanesinin Müdiresi Charlene.
‘Eee... Kitapları ... mmm... sevdiğim için?’ için yanıtladı ama daha çok soru sorar gibiydi Flynn.
Bu sahneyi seyredince ister istemez kendine de soruyor insan:
‘ Kütüphanede çalışmak ister miydim?’
‘Tabi ki evet!’
‘Ama kütüphane seni niye istesin?’
Ben bir şey diyemedim. Kitapları sevmek Flynn gibi bana da ikna edici gelmemişti. ‘İnsanları seviyor musunuz? Güzel, o zaman sizi tıp fakültesine kaydedebiliriz’ demek gibi bir şeydi bu.
Flynn ise ‘Dewey sistemini, Fiero Codu’unu, Rosetta Stone Library Solution’ı, JStore’u bilirim’ demişti. Müdire Charlene ikna olmamış, ‘Daha? Daha?’ der gibi bakmıştı. Bunun üzerine Flynn müdirenin beş yaşındayken burnunu kırdığını, yeni boşandığını, üç ayrı cins kedisi olduğunu bir Sherlock Holmes keskinliği ile söyledi. Müdire Charlene’in gözleri aydınlandı. Flynn işe alınmıştı. Ben ise ‘Böyle saçma şey mi olur?!’ deyip televizyonu kapattım.
...
Üniversitede öğrenci olduğum yıllarda en büyük fantezilerimden biri Üçüncü Dünya Savaşının çıkması, insanlığın yok olması ve benim kendimi üniversite kütüphanesinde mahsur bulmamdı. Fantezinin tanımı gereği böyle bir ortam olması nasıl mümkün olur ya da kütüphanede kalmak için Üçüncü Dünya Savaşı gerekli mi gibi bir takım soruları bir kenara atmış, koca binada tek başıma yaşamaya odaklanmıştım. Binayı aydınlatan elektrik nereden gelir, yemeği nereden bulacağım ya da en basiti nerede yatacağım gibi detayları da es geçmiştim. Onun yerine ‘Nereden okumaya başlarım? Bir araştırma konusu seçip onun için mi hazırlık yaparım? Böyle yapmam genel edebiyatı boşlamamı gerektirir mi? Notlar alır mıyım, benden sonra onları okuyacak kimse kalmadığı halde?’ gibi sorulara odaklanmıştım.
Daha sonraları, bundan zengin bir çok kütüphane görecektim. Londra Üniversitesinde babamın yazdığı kitaba denk gelecektim. Connecticut Üniversitesinde Morgenthau’nun 1918 de basılmış anılarıyla karşılaşacaktım. Ama bunlar gelecekteydi ve fantezilerimi kurduğumda o yıllar için Türkiye’nin en büyük üniversite kitaplığındaydım. Koleksiyonda bir yerlerde İbrahim Müteferrika’nın bastığı üç cilt bile olduğunu biliyordum. Hepsi elimin altındaydı ve komiser William Somerset’in kütüphane bekçilerine ‘Parmaklarınız ucunda dünyanın tüm bilgileri... Ve siz kağıt oynuyorsunuz’ demesi benim için geçerli olmayacaktı.*
‘Burası bir mabet; ben de buranın rahibiyim’ derdi bir lise hocamız. Kütüphane tam bu tanıma uygun. Üç katlı yapı tek bir iç mekana sahip. Katlar binanın içe dönük balkonlar gibi duvarlara asılmış durumda, ortadaki geniş boşluğa bakıyorlar. Eğer zemindeysiniz Ayasofyavari bir açıklığa bakıyorsunuz. En büyük fark kubbenin yerini daha düz ve dışarıdan ışık alan dörtgenlere bölünmüş bir tavan alması. Zemin göz alabildiğine cilalanmış taşlardan oluşuyor. Mimarlık okumadım ama deneyimlerine dayanarak söyleyebilirim ki böylesine geniş tek bir mekan yapıyorsanız, bir de yerleri taş yaptığınızda en ufak ses yankılanarak her yere yayılıyor. Biraz tavanın ses yansıtabilmesini arttırsak ikinci kattaki Zuhal’in Artun’la ne konuştuğunu duyacağım. Şimdilik sadece masada birbirlerine eğilip fısıldaştıklarını görebiliyorum. İçimdeki ses Zuhal’in bana faydası olmayacağını söylüyor; ben de kitabıma geri dönüyorum.
Elimde Voltaire’in 1829 LeQuien Fils, Paris baskısı Felsefe Sözlüğü var. Üniversitedeki ikinci senemde bu kitap elime geçmiş, ben de sayfaları arasına bıraktığım bir kağıt parçasına en güzel elyazımla bir sonraki okuyucuya, biraz da ağdalı bir dille, selam etmiştim: ‘Un admirateur de Voltaire salue ce qui ...’diye başlayıp gidiyordu. Aradan iki yıl geçmişti ve kitaba o gün tekrar göz atıyordum. Selamımın altına bir başkası da benzer bir selam çakmıştı. Ama öyle bir dil kullanmıştı ki benim mesajım ‘Ali, throw me the ball’ seviyesine inmişti. Bunu yazan kesinlikle bir kızdı, mütercim tercümanlıkta okuyordu ve lisesi de... Yok, o aklıma gelen liseden mütercimlikte okuyan kızları biliyordum; hiç biri bunu yazacak kadar güzel değildi. Kitabın arkasındaki karttan kimin daha önce aldığını bulabilirdim ama belki de o da benim gibi kitabı alıp, şöyle bir bakmış, mesajını yazıp yoluna gitmişti. Bir süre yeni bir metin ekleyip eklememeyi düşündüm ve sonunda vazgeçtim: ‘Ali, forget the ball. Let’s go home.’ Kağıdı tekrar aldığım yere, kitabı da masanın üzerine bıraktım. Voltaire’i sevenlerden de bana hayır yoktu.
İşte bu yüzden o herkesin kaybolduğu fanteziyi kuruyordum. Yok Zuhal’di, yok Voltaire’e not bırakan kızdı derken Voltaire okunmuyor. Hayattan bu detaylar çıksa dünyanın tanıdığı bir filozof olabilecektim (Kesin olurdum: Dünya savaşı çıkmış, herkes ortadan kaybolmuş, bu durumda dünyadaki son filozof bile olabilirdim: Boethius of Constantinopolis)
Duvarlarda öğrencilerin protesto afişleri var. Biri Umberto Eco’nun bir sözünü taşıyor: ‘Mümkünse bir kütüphanede tuvalet olmamalıdır.’ İnsan durup düşünüyor, bu sözü nasıl bir içerikte söylemiştir diye. Protestocular tuvaletlerin altı aydır tamirat yüzünden kapalı olmasına isyan ediyorlar. Eco ise, bana göre, ‘İnsan açlığa da dayanabilir, susuzluğa da. Ama tuvalet ihtiyacı başka bir konu. Belki de kitaplardan ayrılmamızı, kitaplık dışına çıkmamızı sağlayabilecek tek güç bu ihtiyaçtır’ demek istiyordu. Tuvaletleri kapatalım ki sonsuza değin kütüphanenin esiri olmayalım.
Eco’nun Burgos’lu Jorge’sini düşündüm: Sonradan kör olmuş kütüphaneci. Onun tersi olarak ben dünya kör olsun, kitaplarla baş başa kalayım istiyorum. Rafları dolu, koridorları boş binada, kendi kendime konuşarak ciltler arayayım, bulunca sevineyim, bulamayınca artık yaşamayan kütüphane memurlarına söveyim, bir yandan aklımı yitireyim ama öbür yandan da onu başka bir şekilde kazanayım. Jorge gibi kitaplara zehir sürmeyeyim ama kütüphanede yeni bir ses duyduğumda sahilde ayak izi görmüş Robinson Crusoe gibi panikleyeyim. Sessizlikten sağır olan bir tür Quasimodo olayım. Burası benim olsun.
‘Boşta gözüküyorsun, bana yardım eder misin?’
Psikolojiden Özlem. Erkeklere değil, deney hayvanlarına işkence etmesiyle ünlü. Farelere yollarını labirentlerde kaybettiriyor, bıldırcanları manken bıldırcınlarla çiftleştirip sonrasında gerçeklerini reddetmelerini sağlıyor, bunlardan da kendine not ve kariyer çıkartıyordu.
‘İşkence sırası insanlara mı geldi?’
‘Birincisi işkence değil, kontrollü laboratuar deneyleri onlar. İkincisi bir makale serisini bulmam için yardım etmeni istiyorum’
Zuhal’I ikinci katta, Voltaire’i de masa üzerinde bırakıp Özlem’in peşi sıra gittim. Aradığı dergi katalogda var gözüküyordu ama raflarda yoktu.
‘Belki biri almıştır’
‘Derginin bütün sayılarını mı? Hem alınsa katalogda gözükürdü’
‘Şu kataloğa bir de ben bakabilir miyim?’
Biraz göz attıktan sonra teşhisimi koydum:
‘Bak, dergi adının yanında Arch yazıyor. Senin dergileri arşive koymuşlar.’
‘Arşiv nerede?’
‘Bodrum katta. Oraya girebilmek için Yorgo’yu ikna etmek lazım.’
Yorgo binadaki tek kütüphaneciydi. Diğerleri kütüphane memuru olarak atandıkları işi yapıyorlardı. Ama Yorgo bir şekilde ‘Kütüphane niye seni istesin?’ sorusuna doğru cevabı vermiş, üniversitenin Amerikalılara ait olduğu yıllardan beri de burada çalışmaktaydı.
Yorgo genelde onu bulduğum yerde, dışarıya çıkan kitaplar bankosunun ardındaydı.
‘Kemal?’
‘Merhaba Yorgo. Arkadaşım Psychology of Today and Tomorrow’un bazı sayılarını arıyor. Kataloğa bakılırsa dergi arşive kaldırılmış. Bu konuda bize yardım edebilir misin?’
Yorgo önündeki ekrandan söylediklerimi teyit etti. Sonra yerine birisini bulup ‘Benimle gelin’ dedi. Üç kişilik bir kafile olarak metal bir kapıdan geçip Yorgo’nun ilerledikçe ışıklarını yaktığı merdivenlerden indik.
Okulun kütüphanesi bana belli ölçüde Eco’nun Gülün Adın’daki tasvir ettiğini hatırlatır ama bir farkla: Eco’nun kütüphanesinde kitaplar yukarı kattadır. Oraya çıkmak hem yasaktır, hem de çıkanın kaybolması için bir labirent vardır. Okulda ise bir çok ilginç eser aşağıda, bodrum katındadır. Belki yolunuzu kaybetmezsiniz ama yanınızda Yorgo olmadan aradığınızı da bulamazsınız.
Yorgo her ne kadar duvardaki düğmelere basarak yolumuzu aydınlatıyorsa da ben onun elinde bir kandil taşıyıp, karanlıkları yardığı izlenimine kapılıyordum. Epey uzun bir yürüyüş ve bana yönümü kaybettiren birkaç dönüşten sonra iki kanatlı bir kapının önünde durduk.
‘Buradalar. Girdikten sonra sol tarafta kalan raflarda arayıp bulabilirsiniz. Bir şey gerekirse seslenin.’
Normalde Yorgo başınızda bekler, hatta aramanıza yardım eder ki bir an önce işinizi bitirin ve yasak bodrumdan çıkın. Ama belli ki benimle olan belli düzeyde tanışıklığı daha gevşek bir tutum almasını sağladı.
O çıkınca Özlem:
‘Bizi başbaşa bırakması için cebine para filan mı sıkıştırdın?’ dedi ve rafların arasına girdi. Ben girmedim. Psychology of Today and Tomorrow’u arayıp bulmak işini Özlem yapabilirdi. Ben ise bir şeyi aramadan çevreme bakınma özgürlüğümü kullandım.
Kitaplar sanki rastgele buraya getirilip bırakılmışlardı. Bir konu bütünlüğü yoktu. Aynı odada Özlem periyodik yayın arıyordu; ben ise görme engelliler için basılan kitaplara bakıyordum. Braille alfabesi kullanarak basılmış, doğru söylemek gerekirse kabartılmış yayınlardı. Bembeyaz sayfalar, üzerilerinde mürekkep kullanılmamıştı. Bir tek kapaklarında benim gibi okur yazar olmayanlar için basılı başlıklar vardı: Reader’s Digest, Amerikan Kongresi Kütüphanesi kataloğu, Nuremberg Duruşmaları tutanakları, bir de…
‘Hey, inanır mısın, burada körler için Playboy var’
Özlem girmiş olduğu yerden çıkmadan seslendi:
‘Resimler de kabartma mı?’
Tek bir resim yoktu, sadece sayfalarca yazı. Hani üzerinde Brittanica Cilt 8 dese inanırdınız. Üzücü olan bu yayının Benedikten rahibi Burgos’lu Jorge’yi altı yüz elli yıl kadar ıskalamış olmasıydı. Birden aklıma bu Playboy’un da sayfa aralarına bir mesaj bırakmak geldi. Braille alfabesini ayaküsütü öğrenmek için en azından bir on beş dakikam vardı. Ya Yorgo gelirse? Yorgo gelmezdi. Özlem’le biraz daha başbaşa kalmam için hemen kapıya dayanmazdı. Kütüphaneciler halden anlardı.