9
Yorum
9
Beğeni
0,0
Puan
1136
Okunma


Ameliyathanenin hemen bitişiğindeki yoğun bakım ünitesinin önünde yoğun duygularla beklediğim bu birkaç saat, gerçekliğin yamuluşunu ve koridorda volta atan Sayın Azrail’in şımarık bir çocuk gibi herkese posta koyuşunu izliyorum. Ağlamaklı kadınlar, çocuklar, üzüntülü babalar, anneler, yaşlılar, iyi haberler bekleyen hasta yakınları o koridoru dünyadan koparmışlardı. Hastanenin bu kısmı her gün böyleydi. Ama biz bunu sadece yolumuz düştüğünde fark edebiliyoruz. Çünkü başkaları bizim için okunaksızdır. Biz de başkaları için öyleyizdir. Dokunmadığımız, ilişki içerisine girmediğimiz, göz ve anlam teması kurmadığımız herkes duygu ve empati alanının dışındadır. Başkalarıdır onlar. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” sözündeki başkaları o başkalarıdır belki de.
İnsan vücudunun ne kadar kusurlu, sürekli aksayan ve hastalık dediğimiz o kavramın kutsal mekânı olduğunu düşünmekten alamadım kendimi. Hayatımızın hemen hemen bütün zamanlarında sağlık ve güvenlik açısından risk altındayız. Hastaneler tıpkı tamirhaneler gibi hiç boş kalmıyor, devasa bir balon gibi şişen sağlık sektörü kapitalizmin en büyük oyuncağı olmuş. O yüzden insan hiçbir zaman yüce bir varlık olmamıştır. İnsan yüce bir varlık değildir, sonsuz evrende toz zerresi kadar bile yer kaplamayan, tıpkı diğer canlılar gibi zaman mezbahasından ufalanarak geçen ıssız bir kavramdır insan.
Neredeyse iki saat geçmişti, babam hâlâ içerde ameliyathaneden çıkmamıştı. Yetmiş sekiz yaşında, ömrü boyunca iğneden korktuğu için doktorlarla yakın temas kurmayan o asırlık adamın şimdi bağırsak düğümlenmesi nedeniyle karnı kırk santim açılacak ve bir kısmı deforme olan bağırsakları kesilip, sağlam olan yerlerinden yeniden dikilecekti. Yıllarca hep midesinden şikâyet ederdi babam. Ağrıları dayanılmaz olunca mecburen gelmişti hastaneye. Hastalığının midede değil de bağırsakta olduğunun ayırdında değildi henüz. Öncesinde ciddi bir bağırsak ameliyatı geçireceğini bilseydi o ameliyata girmektense ölmeyi tercih ederdi. Çektiği ağrılar yüzünden ortam bilincini yitirmişti ve apar topar ameliyata alındığının farkına bile varamadı. Hissettiği tek şey kimsesizlikti sanırım.
Bazen babamın çok derin düşüncelere daldığını görürdüm. Onun neler düşündüğünü tahmin etmeye çalışırdım. Memleketini özlüyordu, kardeşlerini, Van Gölünü, dağlardan ovaya akan buz gibi suları, o sudan avuçlarıyla kana kana içmeyi... Atları özlüyordu bir de. Düş taşıyan atları… Şimdi o atlar kafasının içinde koşuyor. Zamanın hasar almamış bir kıyısında o atları durdurup ateş yakıyor, yemliyor onları. Hayallerini anlatıyor. Saatlerce konuşuyor, insanlara anlatamadığını onlara anlatıyor. Yüzünde güneşler doğuyor babamın, görüyorum. Büyülü sessizliği bir telefon sesi veya annemin babama dümdüz seslenişi bozuyor; yüzündeki ifade değişiveriyor babamın, hayaller bulanıklaşıyor. Gerçeklik ve yaşlılık anıt gibi dikiliyor evin ortasına.
Otuzlu yaşlarını hatırlıyorum babamın. Henüz saçları dökülmemişti. Yakışıklı sayılmazdı ama karizmatikti. Bütün yakışıklı olmayanlar karizmatik olarak anılmak isterler. Kısacık boylu dev yürekli bir adamdı. Karları, sisleri, baharları ve yeşillikleriyle resitaller sunan memleketinden kopup Ege’nin yalnızlıklarıyla ünlü bir kasabasına yerleşmişti. Ayakta kalmak için verdiği mücadeleyi, ölesiye çalışmaktan bükülmüş belini ve iki odalı küçük evimizi yapmak için sırtında taşıdığı kum torbalarını, beton torbalarını döküp, suladıktan sonra kürekle karıştırıp tek başına oluşturduğu evin temelini hatırlıyorum. O sıralarda çok küçüktüm ama yardım etmek için taşıdığım tuğlaları gururla gösterirdim babama. Gülümserdi bana. Onun gülümseyişini hatırlıyorum. Kırk yıl öncesinden kalan bir gülümsemeyi hatırlamak beraberinde kusursuz bir kederi de getirip bırakıyor şu koridora, Azrail’in pelerini ve orağıyla korku saldığı koridora.
Ameliyat odasının kapısı her açıldığında –çok garip ve rahatsız edici bir sesi var kapı açılma sesinin- oraya yöneltiyorum başımı, ayaklarımı ve dikkatimi. Bu kez de babam değil içeriden çıkan deyip geri çekiliyorum. Bu, rahatlama ve tedirginlik arası bir duygu sıçratıyor yüzüme. Başkaları (yukarıda adına cehennem denen şu başkaları) koşup yürüyen yatağın kenarından tutuyor, “nasıl geçti, iyi mi durumu?” diye soruyorlar doktor veya asistan veyahut hastabakıcı olan kişilere. “Size bilgi verilecek” diyor ekipteki o iyi geçmiş ameliyatın kahraman kişisi.
Bir ameliyat veya yoğun bakım ünitesinin önünde ilk bekleyişim değil bu. 10 Eylül 2022’de dördüncü kattan dengesini kaybedip düşen ve mucizelerle yaşama dönen kızım için de günlerce, haftalarca beklemiştim. Anlatılmaz yıkımların ele geçirdiği o zamanlar içimi, belleğimi yara yara geçip gitti. Belki başka bir gün anlatırım o zor günleri. Çünkü o bir anlatım değil, anlatım uçurumu. Durumu iyi, normal hayatına döndü bile. Az önce aradı Antalya’dan, dedesinin durumunu sordu. “Bekliyorum kızım, henüz çıkmadı, bekliyorum” dedim. Sonra diğer akrabalar aradı, eş dost ve komşular. Hepsine aynı şeyi söyledim: Bekliyoruz.
Beklemek, evet kıvırcık saçlı turuncu bir ormandır beklemek… Okuduğum kitapları düşünüyorum, hepsinin içinde beklemek vardı. Sayfalarca beklemeyi tutup roman yapmışlar, şiir yapmışlar. Bekleyiş, yasa dışı bir örgüt. Yazılan veya çizilen şeylerin çoğu bekleme esnasında ortaya çıkıyor. Hisler, düşler, sıra dışı sözcükler ve o sözcüklerin peşine takılmış imgeler düzenli bir bekleyişin ürünüdür. Şu koridorda üç saattir bekliyorum ölüm ve yaşam gibi iki ağır yükü taşıyan hisçilerle beraber.
Yine kapı açılıyor, koşuyorum, diğer başkaları da koşuyor, ben en öne geçiyorum. Dikkatle bakıyorum sedye yataktaki yüzyıllık adama. Babam bu, evet, yanımda benimle koşanlara “bu benim babam” diyorum. Bizimki bu. Diğerleri (Cehennem olmayan başkaları yani, onlarla yakınlaştık, o yüzden cehennem olmayan başkaları onlar) duruyor. Bir sonraki açılacak kapı sesini bekleyecekler. Doktor yok, içeride kalmış o. Kahraman doktor içeride kalmış. Bir asistan ve hasta bakıcı sürüyor yatağı. Koşarken aniden duruyorum, gözlerim ıslanıyor, yüzüm ıslaklığın Van Gölü. Babamın her iki yanında rahvan yürüyen atlar görüyorum. Babama düşlerindeki atlar eşlik ediyor. “İyi geçti” diyor asistan. Rahatlıyorum, kahverengi bulutların altındaki suskun şehirlerle selamlaşıyorum. Kalabalık bir umut sürüsü üşüşüyor başıma. Babamı ve yüzüne yerleşen kasabanın yalnızlığını yoğun bakım ünitesine alıyorlar. Ancak bir gün sonra görebildim babamı. Gözlerini açmıştı, boşluğa bakar gibi bakıyordu bana. Ağzından sadece tek bir sözcük çıkmıştı o an: “Gördün mü?” dedi. “Gördüm baba” dedim gülümseyerek… Atları kastetmişti babam.