10
Yorum
8
Beğeni
0,0
Puan
1065
Okunma


İnsan denen canlı türü tarafından sürekli hakarete uğrayan ve ölümcül yaralar alan yeryüzünden az da olsa uzaklaşmak ve düştüğüm yalnızlık çukurlarından çıkabilmek için çeşitli yöntemler deniyorum. Diplerde dolaşmanın yöntemleri… Yeni sözcükler, yeni düşüşler ve yeni başlangıçlar bulmaya çalışıyorum. Olmuyor. Tek çıkış yolum olan kitaplara gömülüyorum. Ama gömülmek, pek hoş bir kelime değil, ölümü çağrıştırıyor. Dikkatimi toplayamıyorum. Gençliğimde okuyup gerektiği gibi idrak edemediğim, sonra yeniden okumak için sıraya koyduğum, kitaplığımda toz içinde kalmış Lenin’nin “Devlet ve Devrim” kitabıyla bakışıyoruz. Birbirimize işaretler yolluyoruz. Bana gücenmiş olduğunu biliyorum.
“Demiştim bütün bunları ben geçen yüz yıl,
demiştim tek yol devrim diye, anlamadınız!”
diyor orak çekiç şeklini almış kaşlarına yüklenerek.
Bakışlarımı kaçırıyorum ondan. O an elimde başka bir kitap var. Fante’nin “Toza Zor” kitabı. John Fante, Bukowski ‘nin o benim tanrım dediği yazar. Yaz kış hiç kurumayan, üzerine “Hes” kurulmayan dereler gibi akıcı bir kitap… Gözlerim kızarmaya başladığı için Toza Sor’u on ikinci bölümde yalnız bırakarak balkona geçiyorum. Zaman Ağustos. Hava; ateşten günler. Dalıyorum bir an. Dalmak, fena bir kelime değil ama kısa sürüyor. Yine o çözümsüz duygular etrafımı sarıyor. Düşünüyorum; o kadar çok kötülük vardı ki ve haykırmaktan başka elimden bir şeyin gelmemesi inanılmaz bir yenilmişlik duygusu… Karamsarlık bulutlarının gölgesi düşüyor masama. Birden şu sözler çıkıveriyor ağzımdan, kendiliğinden:
Adalet… Ne çok özledik…
Kim bilir nerelerde, eli cebinde
Tek başına dolaşıyordur
Aç ve susuz, perişan, bitik bir halde
Belki o da bizi özlemiştir
Belki kalacak bir yeri bile yoktur
ve ihtiyacı vardır onun da bize
AH, düşlerden kovulmuş zavallı adalet!
Adalete el sallıyorum uzaktan, onu gördüğümden değil, hayali bir el sallama bu, hüzünlü bir el sallama… Onu varmış veya bir gün dönecekmiş gibi düşünmeye çalışıyorum. Sonra tekrar kendime ve burnundan kıl aldırmayan gerçekliğe dönüyorum. İyi hissettirecek bir detay bulmaya çalışıyorum bu koskocaman hissizlik kalesinde. Oturduğum evin tam karşısında çok sevimli bir park var. Genellikle günün her saatinde ve neredeyse gece yarısına kadar hiç boş kalmaz. Oyun oynayan çocuklar, gençler, kadınlar, kediler, köpekler… Bu arada benim de Diablo adında bir köpeğim var. İki yıldır yoldaşlık yapıyor bana. Daha öncesinde hamster besliyordum. O da bana en fazla bir yıl dayandı. Evden kaçtı.
Neyse parka dönelim. Parkın içinde onlarca çeşit çeşit ağaç muhteşem bir görsellik sunuyor. Gündüz kavurucu sıcaklardaki gölgesiyle, akşamları da esintisiyle… O ağaçların içinde adını bilmediğim (bilmemek kötü, araştırıp bulmalıyım) ve pembe çiçekleriyle adeta resitaller sunan özel bir ağaç var. Kimse farkında değildir onun, gölgesinden yararlanırlar, yanından geçerler, tutunurlar, altında çaylar içilir, orada olduğunu bilirler ama ona bir kere bakmamışlardır. Kavurucu sıcaklarda bile dallarından çiçeklerini eksik etmeyen bu özel ağaç ile zaman zaman selamlaşıp söyleştiğimiz de oluyor. Fotoğrafını çekmek istediğimde poz bile veriyor. Polenleriyle anlatıyor o anlatmak istediklerini. Polence bir dil var çünkü. Çiçeklerin ve ağaçların dili. Yapraklarında hüzün taşıdığını hissediyorum ve harikulade çiçeklerinin de insanların içindeki kederi alıp yok ettiğini. Ama insan denen canlı hiçbir zaman bir ağaç kadar asil olmamıştır. “İnsan yeryüzünün kanseridir” demiş ya Cioran, az bile demiş.
Gözaltı haberleri geliyor.
Ekranda kendini tanrı zanneden bir adam:
“Al bunu!” diye bağırıyor
Konuşan, baskıyı reddeden, gericiliğe ve haksızlığa karşı direnen herkes gözaltındadır. Sesten korkuyorlar, müzikten, notalardan, sevgiden korkuyorlar, kadından, çocuktan, özgürlükten, insanlık için güzel şeyler yapanların gözlerinden korkuyorlar. Öğretmenden korkuyorlar, onların iradesinden. Sanattan korkuyorlar. Kitaplardan, tiyatrodan, sinemadan… Onların tek sanatı ise barbarlığın sözcülüğünü yaparak “Al Bunu” diye emir yağdırmak. Bu öz zavallılık çamuruna bulanmışların yüzlerine bakın, göreceğiniz tek şey: kötülüğün itaatkârlığıdır.
Sonsuz zulüm tarlaları var onların, bereketli ürünler veren.
Hasılatı paylaşırken gördüm onları, en küçük piyonlarına kadar.
Her yerden duyuyorum attıkları korkunç kahkahayı. Kulaklarım parçalanıyor. Yarıştan çekilmiş bir düşün kapısını çalıyorum. Açmıyor. Böyle zamanlarda yaptığım son şey olan Amok Koşucusu gibi fırlayıp koşmaya başlıyorum. Biriktirdiğim bütün resimler bir bir dökülüyor üzerimden koşarken. Perdeleri çekilmiş bir kentin meydanında, oğlunun kemiklerini torbanın içinde devletten teslim alan bir babayla karşılaşıyorum. Yüzüm donuyor. Hislerim donuyor. Ayaklarım yürürlükten kalkıyor. İbrahim Kaypakkaya’yı hatırlıyorum. Onun da kemiklerini böyle teslim etmişlerdi babasına. Ve o eskimeyen sözcük, devletin vazgeçemediği en eski alışkanlığı olan sözcük, Nefret, smokiniyle bütün meydanı kaplıyor. En iyi yaptığı şeyi yapıyor. Kocaman ağzıyla emir veriyor yanındakilere: Alın Bunu!
Gözlerimi kapatıyorum, kapatıyorum,
çizgi haline gelene kadar iyice kapatıyorum.
Birden her yer kamaşmış sözcükler denizi
ve nefes almak için yalnızlık çukurlarından çıkıp
parktaki pembe çiçekli ağaca geri dönüyorum, bir süreliğine.