5
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1127
Okunma

“Yanlışlıkla sahneye çıkarılan masum bir vatandaşa, oyunun bütün sorumluluğu yüklenmek isteniyor.” diye bir cümle geçiyor Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında, kendimi çoğu zaman o vatandaş gibi hissediyorum. Bu taşınması zor histen kaçabildiğim zamanlar okuduğum bazı kitapları karşıma alıp onlarla konuşmaya ve o kitapların içindeki karakterlerle görünmez yolculuklara çıkıyorum.
Geçen hafta bitirdiğim tuğla kalınlığındaki Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra kitabını okurken hayal gücüm sık sık sarsıntılara uğradı. Bazen keskin kayalara çarptı, bazen çöllerde çaresizce gezindi, bazen de okyanusların karanlık sularında dipsizliğe saplandı.
“Daha anlayamamıştı sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olmasının mantığa aykırı olduğunu. Ölüm mutlu bir son olamazdı. Kimse için. Ama yine de insanlar, kendilerini kandırmak için hayatlarını dönemlere bölüyorlar ve ancak o dönemlere mutlu sonlar uydurabiliyorlardı. Oysa hayat, her bölümünde ayrı bir hikâyenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi.”
Kayra karakterinin ağzından çıkıyor bu söz. Buna benzer filozofça şeyler 576 sayfalık kitap boyunca hem Kayra hem de Kinyas’ın ağzında defalarca yineleniyor. Bu iki anti kahraman; genç yaşta yurt dışına kaçmış, sahte pasaportlar kullanan, onlarca insan öldürmüş, öldürmeye devam eden birer cani, uyuşturucu satıcısı, kaçakçı, tecavüzcü, kadına şiddet uygulayan, kadınlara işkence etmekten zevk duyan, karaktersiz, dolandırıcı, yalancı, hırsız, dost düşmanı, toplum düşmanı iki insan... Ama aynı zamanda bu iki bozuk insan entelektüel sözler sarf edip, kitaplardan, edebiyattan, müzikten, sanattan, sosyolojiden, felsefeden, bilimden, dünyadan derinlemesine bahsedecek kadar teorik altyapıya da sahipler. Bu tür felsefi ve edebi sözler kitaplardaki o bilinmeyen genel anlatıcının ağzından çıksa (genelde öyle olur) bunu anlayabilir ve normal karşılayabilirim ama bu iki ruhu çirkin karakterin kendi ağzından çıkıyor. Yani Hakan Günday hayatı boyunca edindiği kültürel birikimi kitaptaki kötülük üretmeyle hayatlarını geçirmekten iyi şeylere neredeyse hiç vakit bulamamış bu karakterlerin birikimiymiş gibi bir teknik uyguluyor. Bunun tehlikeli bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu kötülüğün olumlanmasıdır. Bir roman için en büyük handikaplardan biridir. Yazarın ne kadar bilgili ve donanımlı olduğunu okuyucunun masasına fütursuzca fırlatma çabasıdır. Oysa buna gerek olmamalı.
Hakan Günday elbette ki çok iyi bir yazar, iyi bir anlatıcı, iyi bir kurgucu ve çok iyi bir sözcük oyunları ustası. Ancak uyguladığı bu riskli teknik, onun romanlarına yapışmış iyinin üstünü örten kötü bir kahve lekesidir. Mantığa, varoluşa, sosyolojiye aykırı bir durumdur. Bir insan -kurgulanmış bir roman karakteri bile olsa- binlerce kitap okuyup, felsefe, müzik, sanat, sinema, edebiyat vs. alt yapısına sahipken ondan acımasız bir katil, kötülüğün bütün sınırlarını zorlayan bir toplum düşmanı çıkmaz. “DAHA” adlı kitabında da aynı hatayı yapıyor. Benim düşünceme göre bu açık bir hata. “Lisan hakları” ihlali. Belki de bunun farkındadır ve bilinçli yapıyordur. Kendisini o karakterlerin yerine koyup onları konuşturuyordur. Bilemiyorum. Hakan Günday bir anlatı ustası olarak çok iyi ama bahsettiğim bu sıkıntının onun en büyük zaafı olduğunu düşünüyorum. Hem de zaafın imparatorluğu.
Kitaplarla konuşmalarım bittikten sonra küçük mütevazı odamda, havada uçuşan ve sırasını bekleyen hayallere açarım kollarımı. Hayalperestlik benim severek yaptığım tek meslek. O an zaman denen korkunç tanrı odadan çıkmış olur. Zaman görünmez ortalıkta, kim bilir hangi bilinmezlerde sürtüyordur, uzak iklimlere koşup kimleri yaşlandırmakla, çağın dışına itmekle meşguldür. Sonsuzluğa aldanmış kimlere haddini bildiriyordur. Kimleri kahkaha atarak “Seni yıllarca benim ilaç olduğumu söyleyerek kandırdılar ey zavallı insan” diyerek ağlatıyordur.
İlk hayali nerede kurmuştum diye uzun uzun düşündüm. Düşünce namustur. Sık sık dayak yese de, anlam onun yaralarını sarar hep sabırla. Anlam düşüncenin yoldaşıdır. Taşınması zor bir kavramdır anlam, kamburlaştırır insanı, iz bırakır sırtta. Sırt; okların idman alanıdır, kandan geçilmez orası ama anlamın çizdiği bu resim yaşamın ayaklarıdır.
Pirinç tarlasındaydı sanırım düşüncenin namusuyla süslenmiş ilk hayalim. Gediz Ovasının bir bölümünde pirinç de ekilirdi eskiden, çok eskiden. Biz doğudan gelmiş göçmenler çalışırdık çoğunlukla o ıssız tarlalarda. On iki veya on üç yaşlarındaydım. Benim yaşlarımdaki çocukların zorlanacağı işlerden biriydi bu. Ninem “yorulduysan biraz otur dinlen istersen” dedi. Gülümsedim. Teşekkür edip küçücük gölgesinden yararlanmak için bir pirinç balyasının yanına atıverdim kendimi. Yorgunluk ve ter yan yana giden iki trendi sıska gövdemde. Susadığımı hatırlıyorum. Sucu gelmemişti henüz. Gözüm yollardaydı. Su dağıtan işçi her zaman şanslıdır. Fazla yorulmaz. Tek işi su dağıtmak. Zor tarafı, su bittiğinde en yakın köye gidip o ağır bidonla suyu tarlaya kadar taşımaktı. Türkan’dı o gün sucumuz. Türkan, pirinç tarlalarının minyon tipli tanrıçasıydı. Başımı arkamdaki balyaya bıraktım kavurucu güneşin altında. Türkan’ın su tasını uzatırken onun gözlerine derin derin bakıp hiç kelime kullanmadan sayfalarca şey anlatmayı hayal ettim o an… Hayalden uyandığımda birkaç küçük sevimli yılan karşımda durmuş beni izliyordu. Pirinç tarlaları yılanların cirit attığı bir yerdi. Üstümüzde henüz uçmayı unutmamış kuşlar gezinerek ıssızlığa, pirinç tarlalarına, yılanlara ve hayal kuranlara şahitlik ederdi.
Türkan biraz gecikmişti, benim dinlenme sürem bittikten çok sonra gelmişti. Omzundaki dolu su bidonuyla tarlaya girdiğinde alnından akan terler bir şiirden fırlamış damlalar gibiydi. Hemen koşup ona yardım edip indirdim bidonu omzundan. “Sağ ol Metin ağabey, belim koptu vallahi” dedi düşsel yüzüyle. İlk suyu bana uzattı. Tasın içinde tozlar uçuşuyordu. Su, toz ve Metin ağabey; içsel çamurun başlangıcı. Yüzüme bakmıyordu ben suyu içerken. “Tamam, geliyorum Nurgül abla!” diye cevap yetiştiriyordu “Nerede kaldın Türkan, haydi bize de su getir, öldük susuzluktan!” diye sitem eden diğer işçilere… Kelimeler beni oyuna getirmişti yine. Yanlışlıkla sahneye çıkarılan ve bütün sorumluluğunun ona yüklendiği o masum vatandaşın çocukluğuydum. -Öyle değil mi Olriç? -Hayır bayım, ben sizi tanımıyorum, siz kitapları karıştırdınız galiba.