17
Yorum
13
Beğeni
0,0
Puan
3120
Okunma


Çocukluğumun geçtiği mahalledeyim. İşten geliyorum. Kãzım’ın abisiyle içinde oturup günden güne çürüdüğü; köpeği zincirleyip bağlasalar da yanlarında duracağından şüphe duyduģum, sarı renkli dış cephesinin de pul pul dökülüp harabeye döndüğü bu evin arka sokağında; kadınlar toplanmış kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlar. Alçak bi duvar var, Kãzım’ların bahçe duvarı, kendi mahallemize geçit tanıyan kestirme bi yol. Uzaktan da olsa görüyorum, bizim evin yolu ve bu duvarın önü de boydan boya sarı renkli suç mahalli bant şeritleriyle kapatılmış ve insanlar o duvarın ardında sıra halinde dizilmiş bekliyorlar. Bir asker biriminde talim yaparken komutta bekleyen ve yan yana dizili ikişer grupları andıran bu kişilere dönüp soruyorum: "N’oldu burda? Bi durum mu var neden tutulmuş burası?"
-Bir çocuğu göğsünden çivileyip öldürmüşler!-
Soğuk bir ürperti kaplıyor içimi buna rağmen ne olup bittiğini tam bilmiyorum. Soğukkanlılığımı korumama rağmen taş kesilen bakışlarımı son kez olay mahallinde gezdiriyorum. Bizim mahallemizde hiç böyle şeyler olmazdı. Olacaksa da bir iki tane kabadayı serserinin kendilerini doğru dürüst ifade edemeyip, iletişim yetersizliğinden kaynaklı patlak veren ve genelde arka sokaklarda bi yerde kavga gürültüyle koşturup birbirinin üstüne yürüdükleri olurdu o kadar. Üstlerini arasanız suç unsuru teşkil edecek kesici bir alet çıkmazdı, yalnızca yumruklarını konuştururlardı. Ellerinin bir ayarı, kavgalarının da bir adabı üslûbu vardı. Hele ki birini öldürecek kadar kindar ve canî hiç değillerdi.
Bizim hane sessiz sakin görünüyor burdan bakınca ya da ben başka türlüsünü düşünmek istemiyorum. Bizim çocukları zararsız kendi halinde olduklarını düşününce başlarına böyle bir vahşetin gelebileceğine ihtimal vermiyorum. Aklımda sinek vızıltılarıyla uğulduyan dehşet görüntüler. Hãlã huzursuzum...bela bu sefer ya gelip bizi bulduysa? ya ölen benim çocuğumsa! Katiller gözüne kestirdikleri savunmasız zayıf birilerini belli bi süre takip edip kolladıktan sonra kuytu bir köşede kurbanlarını etkisiz ele geçirip türlü türlü işkenceyle öldürmüyorlar mı sanki hiç? Tanrı’m çocuklarımızı koru! Her türlü kötülükten koru!
Kendine gel! Bizim güzide mahallemizden bahsediyoruz! Kim kimi tuzak kurup enseledikten sonra kalleşçe öldürecek! Deli Kãzım mı? Tornacı Hasan mı? Yoksa çakal Sinan mı? Onlar senelerdir bi orta yol bulup birbirini idare ediyor bi şekilde! Ah senin bu kötümserliğin yok mu! olur olmadık şeylere felãket tellalığı yapıp kötü senaryolar kafanda çizmesen olmaz!
Cinayet bürosu ekipleri yavaş yavaş toparlanıyor. Cımbızla yerden topladıkları ipuçlarını naylon poşetlere doldurup crime scene tape’leri de söküyorlar duvardan. Yolumuz serbest şimdi öbür tarafa geçebiliriz artık. Ayaklarımın her biri beton gibi, dizlerimin bağı çözülüyor yavaş yavaş. Duvardan atlarken bi bayanla rastlaşıyoruz, onu daha önce gördüğümü hiç sanmıyorum...bizim mahalleden değil yabancı biri...her iki kolunda üç dört tane kalın burmalardan var, yüzünden önce bileziklerine gözüm takılıyor nedense. Bir anda yüz yüze geliyoruz. Oldukça rahat ve alaylı tavırları sinirimi bozuyor. Böyle hassas ve üzüntü verici bi olay karşısında patavatsızca konuşunca patlıyorum "burda bir çocuk öldürülmüş ve sen hiçbir şey olmamış gibi karşıma geçmiş sırıtarak konuşuyorsun benimle! Git şurdan!" deyince ciddi bi tavır takınıp ağzında bi şeyler geveliyor ama anlamıyorum.
Tümsekli nemli topraktan yürüyüp eve gitgide yaklaşıyorum. Her şey yolunda gözüküyor. Buraya kadar iyi! Buraya kadar her şey yolunda! Kendine gel bu bir ilizyon! Kimseye bir şey olmadı! Herkes sağ selim olması gerektiği yerde kımıldamadan duruyordur! O yüzden sessiz her şey bu kadar. Bu dünyaya kök salamadığımız bi gerçek. Birazdan o merdivenlerden aşağı inip paslı demir kapıdan içeri gireceğim. Herkesi öpüp kucaklayacağım ve her şey bitecek!
Bugün kimseyle konuştum mu peki? Hayır! Kimse aramadı, kimseyle de konuşmadık. Normalde günde en az bi kere telefonlaşıp durumumuzu bildirirdik ama kimse aramadı, benim de aklıma aramak gelmedi hiç! Yok be sanmıyorum! Öyle bir şey olsa ararlardı heralde. Yok be! Korkulacak bir şey yoktur sen de rahatla be kızım unutmuşlardır. Kötüyü çağırma hemen!
Ayaklarımı hissetmiyorum Abuzer. Az önce kendi ölüsünü toprağa gömmüş bir ceset gibiyim. Kapalıydı gözlerin. "Bizim kadınlarımız duygularını bastırmaya alışıktır" diyordun al işte bak neler oldu! Kontrol bende değil, sanırsın ayaklarım tırpanın çarklı dişleriyle yerde sürülüp ezip biçiyor önüne geleni. Duygusal manipülasyon yapmıyorum gerçekten iyi değilim Abuzer, birazdan beni bu kãbustan uyandıracaksın biliyorum. Hadi! Hadi! Hadi elini çabuk tut cano! uyandır da bir an evvel bitsin! bitsin n’olur! Gitmek istiyorum burdan. Devlet merasimiyle kaldırılmayı beklemiyorduk zaten ama ölseydik, en azından ölümüzü kaldırırlardı değil mi Abuzer?
Kömürlüğün üstündeyim. Ayaklarım gerisingeri kaçıyor. Gerçeklerden kaçamazsın kızım! Yolun sonuna geldik artık kuyruğun kıstırıldı! Eskiden de bu kadar uzun muydu bu merdiven? Misyoner annemi arka cebimde joker olarak taşıyorum her gittiğim yerde. Yağmacı basamaklar ayağımı kaydırıp, yüreğimi baltalayacak olursa şurda; annemi ordan çıkarıp kurtar beni! diye yalvaracağım! Mukaddes anneler! Annelerimiz...Rezervlerde kötü gün tesellileri...
’Yolun sonu görünüyor’ muhayyerkürdi makamında bi nota eşlik ediyor adımlarıma. Ayakkabılar, botlar, çizmeler, terlikler kapının önünden ’su akar yolunu bulur’ bir vaziyette soldan aşağıya kavisli dönüp Veysel amcaların evine doğru konumlanmış. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor! Yok! diyorum bu bir ilizyon! Her şey yolunda! Bir şey olmadı! Hiçbir şey olmadı! Biraz sonra bu kâbustan uyanacağım ve her şey sona erecek! Abuzer orda mısın? Abuzer, ses ver Abuzer!
Farzet ki William Faulkner’in ’Ses ve Öfke’sindeki bir uzamdasın ve daha kitabı bile okumamışsın ama sayfayı çevirince her şey eskisi gibi oluyor ve rahatlıyorsun.
Yerimde put kesilmişim ve tepkisiz heykel gibi kıpırdayamamayı şimdi daha iyi anlıyorum. Göğsüme bir acı saplanıyor ama nasıl! Dünyayı bir lokmada yutacak, bir kaşık suda bütün öfkesini boğacak, sürüyle çığlık diyaframımı şuramdan delip geçiyor. Kalbimin ritmi bozuk atışlarını, yüreğimin acınası boğumlu seslerini ve çığlıklarımın topunu birden, radarlara hiç takmadan net bi şekilde 208 ülkeden duyup, 7,78 milyar insanın kulağını toptan sağır edebilir. Dünyayı yerle bir edeceği duygusuna kapılıyor insan. Kimse bi yere kıpırdamasın n’olur! Her şey dümdüz olsun, taş taş üstünde durmasın! Basamaklarda olduğum yerde çöreklenip dizlerimi var gücümle dövmeye başlıyorum. Bir Allah’ın kulu yok mu beni burdan kaldırsın, kolumdan tutup içeri götürsün! Birkaç dakikanın içinde olup biten, kim vurduya giden bu kadar acıyı şimdi ben tek başıma mı göğüsleyeceğim?
Daha önce de ölenler oldu, acı verenler de ama bu tanımsız bambaşka bir şey! Nasıl biliyor musun? İçim hiç soğumayacak gibi! Bir ömür bağrımın ortasında taşıyacakmışım gibi! Tanrım bu gördüklerim gerçek olamaz! Kimi aldın bizden? Kimi körpe dalından kopardın? Kimin canına kıydın! Az önce ağzının payını verdiğim kadının ahını mı aldım yoksa? Yalvarıyorum beni al! Beni al Tanrım! Benim canımdan al onlara ver!
Dudaklarımı ısırıp kanatıyorum. Kafam zonkluyor...ve galiba hiçbir şey hissetmiyorum.
Kanlı pazarın "şimdilik ölümüne kadar hayattasın!" diye yüzüme haykıran duvarlarına karşı; çocukluğumun bi türlü soğumak bilmediği bu göçük evin yaslı bir odasında, şimdi yerde öylece kederiyle uzanmış yatıyor içimin parçası...Alt ve üst çenesinin beyaz bir sargıyla birbirine sıkı sıkıya kenetlendiği, ellerinin yana doğru dikey yatırılıp, ayak baş parmaklarının iple birbirine bağlandığı ve karnının üstündeki bıçakla acısının bir nebze hafifleyeceğini düşündüğümüz cesediyle teker teker helâlleşip gözyaşı döküyor herkes.
Pazar’ın kefareti bir ömür geçse de ödenmez artık!