Üzerinden geçen dalganın kuvveti yere düşene kadardır. Hayatımız da böyle değil midir?
Ne kadar engel olursan ol kör ve karanlık dağların kıvrımları seni sararmaya başladığı an, sürüler halinde hikâyelerini istemeye, istemeye doğurursun. Yaşam boydan boya başını kaldırdığında, güçlü olanlar en önde yerini alır. Kimi zaman mutlulukla, çoğu zaman hüzünlü geçit töreni seyrederken yorulmak bilmeyen vücudun gölgesi artık dalgakırandır. Annemin öldüğü senenin kışı köye gittiğimde yokluğuna derinden etkilenmiştim. Bu yüzden yazın köye gitmek istemedim. İş yoğunluğunu üzerimizden atmak ve birazcık da olsa dinlenmek için kız kardeşimle birlikte tatile çıkmaya karar verdik. Tatile çıkmak bizim için anne ve babamızın yanına gitmek demekti. O tarihe kadar deniz tatiline gitmediğimiz için deniz tatili kültürümüz yoktu. Sebahat’la birlikte yola koyulduk. Yaklaşık on saat süren otobüs yolculuğumuzda Sarıgerme terminaline ulaştık. Tatilimizi işyerinden birlikte çalıştığımız müdürümüz ayarlamıştı. Müdürüm asker kökenliydi. Asker arkadaşına bizi terminalden alıp otele bırakmasını rica etmişti. Hoş geldin faslından sonra otelimize doğru yola koyulduk. Hayalimde devasa, çok lüks deniz kenarında bir yere gideceğimiz düşüncesini kurmuştum. Öyle olmadı. Araç deniz kenarından uzaklaşıp tepeye doğru çıkmaya başladı. Sebahat’la ikimiz birbirimize baktık. Öyle ya, asker baba bizi kaçıracak değildi herhalde. Dağların arasında iki katlı evlerin sıralandığı alana giriş yaptığımızda hayal kırıklığı hat safhada yüzümüze yansımıştı. Asker abi bizi resepsiyona doğru götürdü. Otele giriş işlemimizi, 70-75 yaşları arası iki erkek bir bayan üç kişi ile aynı anda yaptık. Zikzaklı beş sıradan oluşan tatil köyünün birinci sırasına görevli üç arkadaşı götürürken bizi diğer görevli üçüncü sırada giriş katındaki odamıza yerleştirdi. Asker abimizle de, dönüş tarihimizde bizi gelip alacağını söyleyerek vedalaştık. Ahh ahh böyle yere geleceğimi bilseydim köye giderdim kendi kendime söylenmeye başladım. Sebahat benim yorgun ve hayal kırıklılığı yüzüme bakıp, - Ümmüm Sen derdin ki zamanı oflaya puflaya geçirmek yerine kaderine razı ol imkânın neyse olduğu kadarının zevkini çıkar. Sustum. Ne diyebilirdim. On katlı odamızdan denizi seyredemeyeceğimin hayalinin güme gitmesi onun suçu değildi ki. Kendi mutsuzluğumla kardeşimi üzemezdim. Kocaman gülümsedim gittim sarıldım boynuna. - Haklısın Sebom.Duşumuzu alıp kahvaltıya inelim. Kahvaltı alanına doğru gittiğimizde dağların arasında onuncu kattan bakmıyordum ama çok daha yüksekten alabildiğince Sargerme vadisi gözlerimin önündeydi. Denizin şeffaflığını gördüğüm an içime yayılan mutluluk milim sapmaksızın ciğerlerime kadar dolmuştu. Neşem yerine gelmiş gülümsüyordum. Çokta acıktığımı fark ettim. Elime kocaman bir tabak aldım. Resepsiyonda birlikte giriş yaptığımız üç arkadaşın ellerinde kaselere yoğurt alıp içine bal koyduklarını gördüm. O an ’’ııgg’’ dercesine yüz mimikleri toparlayamadan içlerinde en ufak tefek boylu olanla göz göze geldim. Gülümseyerek yanıma yaklaştı. -Sizin gibi zarif hanımefendi şimdi bu yağlı hamurlardan yemeyecek değil mi? Utanmıştım ne diyeceğimi bilemedim. Öyle tatlı tatlı yüzüne bakıp sadece, -Çok acıktım dedim. O da hemen, -Bizim yaptığımız gibi kahvaltınızı yapın, dinlenin beş dakika sonra da istediğinizi yersiniz. O an gençliğini yitirmiş küçük bir kız çocuktum karşısında. Dilim tutuldu. Kırmak ve ’’sana ne’’ demeyi hiç düşünmedim. -Peki dedim, Peki. Ve, yoğurdun içine balı koyup sabah kahvaltımıza başladık. Dinlendik ardından zeytin, peynir ve bol yeşillik salatasının olduğu kahvaltımızı yaptık. Saat başı denizde yüzmek isteyenler için otelden sahile araçlar gidiyordu. Birlikte araçlarla deniz kenarına indik. Sebahat kulağıma eğilip - En uzaktaki şezlonga doğru git. Korkarım tatili rejim yaparak geçireceğiz. En uzaktaki şezlonga gitmek ne fayda. Onlar da hemen görevlilere şezlonglarını yanımıza doğru taşıttırdılar. Artık kapana kısılmıştık. İlk tatilimiz dedelerle ninelerle geçecekti. Sohbet etmeye başladık. En ufak boylu olan bana dönüp - Küçük hanımefendi yüzerken denizle adeta konuşuyordun. Şaşırmıştım. O devam etti. -Öylesine güçlü bir bağ kuruyorsun ki adeta suyu okşayarak incitmeden yüzüyorsun. Bu denli gözlemesine o an bir anlam verememiştim. Denizde iki saat kalıp, erkenden ayrılıp otele gittiler. Sonraki bir-iki saat nefes almamız bize kocaman bir lütufmuş gibi geldi.
Upuzun kırmızı çiçekli elbisemi giyerek topuklu ayakkabılarımla zikzaklı yoldan tüm zarafetimizle kardeşimle birlikte akşam yemeğine doğru gitmeye başladık. Çevremizdeki insanlar dağların arasında köy gibi olan mekânda gelişi güzel giyinerek akşam yemeğine iniyorlardı. Bizi gören tatilciler geriye dönüp üstlerini daha şık bir şekilde giyinip akşam yemeğine geldiler. Masamıza oturmuş tam yemeğe başlamıştık ki! Arkamızdan bir ses, - Küçük hanımefendiler yanınız boş mu? - Yandık dedim içimden.Yandık ki ne yandık.Yetiştirilme tarzımız yaşlılara hürmetle yaklaşmaktı. Hayal kırıklığını gömerek, -Buyurun dedik. Sarıgerme, etrafımızda kuş sesleri, cırcır böcekleri, bal arılarının uçuşması, klasik müzikler eşliğinde gecenin güzelliği, ihtişamı harikulâdeydi. Biz, onlardan sohbetimizde sağlığa dair, şarkılar, türküler tiyatro bilgilerinden yararlanırken, onlarda Karadeniz’e duyduğumuz sevgiyi, hayata dair bakışımızı, düşüncelerimizi dinliyorlardı. Gece saat tam bir olduğunda masamızdan kalkarak ( Yemek yediğimiz alan müzik, eğlence ve aktivitelerin aynı yerde olduğu alandı) ufak bir yürüyüşle odalarına çekiliyorlardı. Sabah erkenden de kalabalığa karışmadan doğanın seslerinde kahvaltı yapıyorlardı. Kardeşimle birlikte tatilimiz boyunca onlarla aynı ritime tutulmuştuk. Beşinci günün sonu gelmişti ve ilk tatilimi ’’bilgi küpü’’ dediğim büyüklerimle yapıyordum. Altıncı son günümüzde Sebahat, -Bu akşam baş başa yemek yiyelim.Hiç baş başa yalnız kalamadık, resim çekilelim, birlikte sohbet edelim -Tamam, iki kişilik masada oturalım dedim. Garsonlara yanımızdaki masanın alınmasını rica ettik. Yemeklerimizi aldık, tam masamıza oturacakken bir ses duyduk. Bizim masamızı göstererek, -Evlatçım buraya bir masa daha ekler misin?
Sebomun yüzüne baktım, onurlu ve sakin bir şekilde bana gülümsedi. Son günümüzde hep birlikte masaya oturduk. O tatlı üç arkadaşın muhabbeti, sevgi dolu, saygılı, esprili sohbetlerine eşlik etmenin güzelliğinin sonuna geldik. Biz, -Yarın sabah erkenden yolcuyuz, bize müsaade. Bu arada beş gün boyunca hiç birine isimlerini aklımıza gelip sormamıştık. İçimden ’’çok ayıp’’ dedim kendi kendime. Onlar bize ’’küçük hanımefendiler’’ diyordu. -Küçük hanımefendiler. Tokalaşırken, ufak tefek boylu olanı cebinden kartvizitini çıkardı elime doğru uzattı. Kartviziti avucumdayken elini tutup, - Ben sizi burada hatırlamak istiyorum.Hayatıma giren her insan giderken de izler bırakıyor. Bu izler yüreğimde çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyor...Hüzünler beni ağlatıyor dedim. Birbirimize baktık. -Peki dedi Sarıldık vedalaşarak.
Ertesi yıl aynı otele tatile gittik. Tesadüflere inanmamak mümkün değil. Yine aynı gün onlarla, bizi otelde buluşturmuştu. Bu sefer üç kişi değillerdi. Karı koca iki arkadaşları onlara katılmış. Beş kişi olmuşlardı. İkinci yıl hepsinin mesleğinin doktor olduğunu öğrenmiştim. Vedalaşırken espirili bir şekilde seneye aynı tarihlerde buradayız diyerek gülüştük Ertesi sene otel devre mülke ait olduğu için davaların sözkonusu sesebiyle o tarihten sonra bir daha açılmadı. Ve bana kartvizit uzatanın Türk müziği bestecisi, müzisyen, tıp doktoru Selahattin İçli’nin ta kendisi olduğunu ikinci vedalaşmamızda sarıldığımızda kulağıma eğilerek adını söylediğinde öğrendim. O yılda vefat etti. Yüreğim başını, ara sıra olduğu gibi, bugün de dışarıya bir uzattı.
Kalbim geri bıraktıklarıyla artıyor…
|