5
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
995
Okunma
Sanırım millet olarak en mühim çıkmazımız; ne doğulu kalabilmemiz, ne batılı olabilmemiz. Coğrafi olarak demiyorum bunu; yaşam tarzı olarak, insani ve dünyevi olarak, kültürel olarak...
Ekonomik, siyasi ve askeri yönden güçlü kültürler, yaşam tarzları; zayıf kültürleri zamanla baskı altına alıyor, bu su götürmez bir gerçek. İletişimin gün geçtikçe kolaylaşması ve hızlanması, propaganda faaliyetleri ile birleşince bu durumu daha da pekiştiriyor. Güç sahibi kültürün olumlu ya da olumsuz, iyi ya da kötü, faydalı ya da faydasız olmasının da bir hükmü yok. Güç her halükarda haklı oluyor ve geriye kalanlara kendi yaşam tarzını, dünya görüşünü, kültürünü benimsetiyor.
İnsan beyni iki aşamalı: Üstbilinç ve bilinçaltı. Üstbilinç tarafından beş duyu organı vesilesi ile toplanan veriler, genellikle doğru-yanlış, hak-batıl, faydalı-faydasız, iyi-kötü, şaka-ciddi ayrımına tabi tutulmaksızın bilinçaltına gönderiliyor. Bilinçaltının kötü bir huyu var ki; o, ayrım yapamıyor. Ne iletilirse, ne ile çok ilgilenilirse, ne çok tekrar edilirse, ne çok görülürse, ne çok duyulursa onu; başta kabullenemese de zamanla doğru, iyi, faydalı, ciddi kabul ediyor ve duygu ve davranışlarını ona göre şekillendiriyor. Düşünceler neticesinde şekillenen duygu ve davranışlar, birey kişiliğini şekillendirdiği kadar, bireyler bir araya geldikçe toplum kişiliğine de yön veriyor. Her ailenin, her sülalenin, her mahallenin, her kentin kendine has bir yaşam tarzı ve kültürel özellikler geliştirmesinin altında yatan gerçek budur. Son yüzyılda iletişimin giderek kolaylaşması ile güç sahibi batı kültürü ve yaşam tarzının, bölgesel kültürleri baskılayarak, küresel bir kültür oluşturuyor olması da meselenin bir başka boyutu.
Benim zannımca insan ve onun oluşturduğu toplum, kendisi olamadığı sürece; bocalamaya, iç çatışmalara sürüklenmeye, yozlaşmaya, yok hükmünde olmaya mahkumdur. Bireyi haddinden fazla; kaygı çekmeye, korkmaya, pişman olmaya ve neticede psikolojik rahatsızlıklar yaşamaya iten şey; kendisi olamaması, kendisini olduğu gibi kabul edememesi, doğrularını savunamayacak kadar acizleşmesi ve nihayetinde yeni bir kimlik kazanabilmek için kendini reddeder hale gelmesidir. Çoğunlukla insan bu durumun farkına bile varamaz. Bu kimlik arayışında rol model olarak, aslında içinde var olan ancak bir türlü farkına varamadığı kendi kimliğine uzak bir kimlik seçerse, işte o zaman yepyeni çelişkiler ve açmazlar baş gösterir ki, ben buna çoklu kişilik yapısına sürüklenmek diyorum. Taklitçilik neticesinde çoklu kişilikliliğe sürüklenmek... Halk dilindeki karşılığı iki yüzlülük.
Vaziyet birey için böyle olduğu gibi toplum için de böyledir zira toplum bireylerden oluşur. Bireyin yaşadıklarını toplum da yaşar. Toplum bireyin etkisi altındadır, birey de toplumun...
Batının coğrafi keşiflerle birlikte ekonomik, siyasi ve askeri açıdan güçlenmeye başlaması; batı kültürünü ve yaşam tarzını, biz doğu kültürü ile yaşayan milletler üzerinde egemen kılmaya başladı. Güç onlarda olduğundan; iyinin, doğrunun, adaletin, eşitliğin, ahlâkın ne olduğunu da, ölçülerini de onlar belirledi. Ve biz bir müddet kayıtsız kaldıktan sonra kafa yormaya başladık, neden böyle oldu? Yeniden güç kazanma arayışlarına girdik. Çareyi kimliğimizi, değerlerimizi, kültürümüzü, yaşam biçimimizi batıya adapte etmekte bulduk. Bulduk ama nafile! Yaptığımız taklit bir türlü aslına benzemedi. Zira biz bir başka kültürün kolay kolay yok edebileceği bir kültür değildik. Bir zamanlar bu kültürle dünyaya yön veriyorduk.
Kabul ettiğim bir diğer husus ise taklit etmeden aslına ve daha iyisine erişilemeyeceği gerçeğidir. Çocuk bile doğumundan itibaren hayatı, anne babasını ve yakın çevresini taklit ederek öğrenir. Kişiliğini anne babasının ve yakın çevresinin kişilik yapılarına göre şekillendirir.
Zannımca bizim taklit ettiğimiz konu yanlıştı. Biz batının bilim ve teknolojisini almak yerine, yaşam tarzını ve kültürünü almayı tercih ettik. Ama sadece tercih ettik, bir türlü alamadık. Zira taklit etmeye çalıştığımız konuda biz batıdan daha iyiydik. Bu nedenle toplumun çoğunluğu benimseyemedi batıyı. Nihayetinde azınlık bir kesim batıya sevdalanırken çoğunluk, azınlığın ısrarından dolayı batıdan nefret eder hale geldi. Yenilikçi, gelenekçi çatışması aldı başını gitti. Yenilikçiler bütünüyle batıya sevdalanırken, gelenekçiler kendilerini korumak adına körü körüne geleneklere yapıştılar. Gelenekçiler kime ve neye teslim olacaklarını tam kestiremezken, yenilikçiler batıdan neyi almaları, neyi almamaları gerektiğini ayırt edemediler. Sonuç ikiye, üçe, dörde ayrılmış bir toplum. Bu denli bölünmüş olmanın da bir hükmü yok fakat asıl sorulması gereken soru şu: Biz kimiz? Türk’üz, müslümanız gibi kimliklendirmeler çok yüzeysel. Tedavi ve iyileşme; ilerleme ve gelişme için daha derinde, en dipte bulunan, proplemin ana kaynağını teşkil eden nedenleri bulmak lazım. Zira bir problemi çözmenin ilk aşaması problemi selim bir akılla tespit etmektir. Ben tespit ettim. Milletin geri kalmışlığının, kendisi olamamasının nedeni benim kim olduğumu bilmememdir. Zira ben toplumun yapı taşıyım ve toplum ben’lerden oluşuyor. Benden ötesine bölünemediğinden; ben kim olduğumu, yaratılış gayemi, hayattaki rolümü kavrayamadığım müddetçe bu ülke hep geride kalacaktır.
İnsan için hayat üç boyutludur: Düşünmek, inanmak ve harekete geçmek. Necip Fazıl İman ve Aksiyon kitabında bunu çok güzel anlatır. İnsana sadece düşünmek yetmez; sadece inanmak da, sadece harekete geçmek de... Düşünmeli, inanmalı ve hareket halinde olmalıdır. Bu bile yeterli değildir. Düşünürken inanmak, inanırken düşünmek ve süreç dahilinde daima hareket halinde, aksiyon halinde bulunmak icap eder. Başarı ve mutluluk bu sürecin sağlıklı işletilebilmesi ile elde edilebilir. Batı bâtıl bir düşünce, iman ve aksiyon yapısına sahip olmasına rağmen bu süreci doğru işletebildiğinden kalkınmış, ilerlemiş ve gücü elde etmiştir.
31 yaşındayım ve anladığım şu ki mânâ ve ruh sathında biz batıdan kat kat üstünüz. Eğer bu üstünlüğü gün gün kaybediyorsak bunun sebebi, batıya dair yanlış kavramı taklit etmeye kalkışmış olmamızdır. Madde sathındaki geriliğimiz bizi hazineyi yanlış yerde aramaya itmiştir.
Yaklaşık yedi, sekiz yıldır kendimi anlama, tanıma, aklımı ve ruhumu ehlileştirme gayreti ile çırpınıp duruyorum. Bu nedenle yöneltilebilecek tüm okları kendime yöneltme arzum var. Bunu mümkün olduğunca yapmaya çalışıyorum.
"Peki yedi, sekiz yıl neticesinde vardığın nokta ne?" diye soracak olsanız vereceğim yanıt: "Bunca zaman hayatı kendim olarak yaşamamışım." olurdu. Kaygılar, korkular, pişmanlıklar... Kendi içinde kıvranışlar... Netice körü körüne taklitçilik ve taklitçiliğin getirdiği yeni kıvranışlar...
Biz hayatı milletçe kendimiz olarak yaşamıyoruz.
Çareyi söylediklerimi, okuduklarımı, duyduklarımı ve gördüklerimi değiştirmekte buldum. Buldum, rahatladım. Baskın batı kültürünün dayattığı körü körüne akılcılık ve mantık arama hastalığından kurtuldum ve doğu kültürünün vazgeçilmez düsturu teslimiyete sarıldım. Teslim oldum, daha da rahatladım. Anladım akıl sınırlı fakat kendi sınırlarını bile zorlamaktan aciz. Anladım, rahatladım.
Her ne kadar batıdan alacaklarım olsa da aradığım doğuda. Benim değil bütün insanlığın kurtuluşu doğuda...