18
Yorum
9
Beğeni
0,0
Puan
1966
Okunma


Elimi avucunun içine alıp “Bugün bir şey için Allah’a şükrettim” diyor. Bir kardeş nasıl bakar bilmiyorum ama Bahri’nin gözlerinin içinde o kardeşi gördüğümü hissediyorum. Eğer o, annemin elinde yetişmiş bir kardeş olsaydı, bana çok uzak bir yerde dikilip “Senin neyin var sersem” diye söylenirdi. “Senin neyin var? Lanet olası dünyada her şeye sahipsin. Asla benim kadar acı çekmedin. Babamın ölümünü bile hayal meyal hatırlıyorsun oysa ben her şeyi hiç unutamayacağım bir şekilde yaşadım. Sen hatırlamakla aklından çıkaramamanın aynı şey olduğunu mu sanıyorsun? Her gün tekrar tekrar o acıyı yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorsun bile. Ne zaman kapı çalınsa onun ölüm haberinin geldiği dakikaya dönüp, kalbinin üzerine kaynar su dökülmüş gibi hissediyor musun?” Hayır, hissetmiyorum. Benim baba acım, sabit kalınlıkta ve bir zaman sonra önemini yitirecek gibi duran bir acı. Ölmüşlerle hiç sorunum olmadı. İnsanlar ölürler ve bu kayıp yakınlarına ne kadar büyük bir acı verirse versin birgün mutlaka unutulurlar. Tıpkı bir süre yolculuk edilen ve herhangi bir istasyonda inen kompartıman arkadaşlarının unutulması gibi. Tren daima gider. Manzaralar ve duraklar geçilir. Herkes o trenden iner ve birkaç istasyon sonra yalnızca birer hatıra olurlar. Ve bu gerçekten çok adildir.
Ama Refi öyle değil. Onun için geçerli değil bunlar. Refi öldüğünde dağ taş kocakarı kokuyordu. Tabağımdaki çorba bile. Çünkü onu ben öldürmüştüm. İyi bir yere gittiğini, kazlarıyla birlikte mutlu olduğunu düşünüyordum ama böyle düşünmek vicdan azabı çekmeme engel olmuyordu. Onunla çok zaman geçirmiştim. Öyle ki, gün geçtikçe ona benziyordum. Kabak yemeğini ilk defa onunla birlikte yedim. Saatlerce onunla birlikte o divanın üzerinde hiç konuşmadan öne arkaya sallandım. Ona ölümün korkulacak bir şey olmadığını telkin ederken ikna etmeye çalıştığım kişi meğer benmişim. Sonra o, hiç hazır olmadığım bir dakikada öldü. Bütün öte dünya hikayeleri o eski evin sofasında asılı kaldı. Hiçbiri Refi’yle gitmedi. Benim yas sürecim başka bir şeyin hazırlığına dönüştü. Fazla uzaklaşmadan Refi’nin arkasından gitmeliydim. Ona yetişip “Hey lanet olası ihtiyar! Beni bırakıp nereye gidiyorsun” demeliydim.
Allah bütün kutsal kitaplarda istediğiniz yolu seçmekte özgürsünüz diyor fakat bir çok vaka ile insanoğlunu tehdit edip, sonunda asla dayanamayacağımız o cümleyi kurmuyor mu? “Hala inkar edecek misiniz?” O zaman insan bocalıyor işte. Olmadık şeyler getiriyor aklına. Refi’nin talihsizliği, benim öyle bir mevsimime denk gelmesiydi. Bütün ömrü boyunca dilinden “Allah” zikrini düşürmeyen kadın, kelimeyi şahadet getiremeden, sessizce, karlara bakarken öldü. Refi trenden inmedi. Ben onu kompartımanın açık duran penceresinden dışarı attım. Bu yüzden bu kayıp beni bileklerime götürecek kadar etkiledi.
Aslında başlarda ona mutlu sonla biten masallar anlatıyordum. Ben anlatırken o gözlerimin içine bakıp gülümsüyordu. Arada kendisi de masala bölümler ekliyordu. Onun eklemeleri ekseri sevda üzerine olurdu. Belki de hayatı boyunca en çok eksikliğini hissettiği şey buydu. Hiç evlenmemiş, yirmi yıl boyunca felçli annesine bakmıştı. Kardeşlerinin hepsi yuvasını kurup çoluk çocuğa karışmıştı. Zavallı Refi annesini kaybedince kuru bir dal gibi ortada kalıvermişti. Kırk beşinden sonra evlenmeye niyetlendiyse de kardeşleri buna müsaade etmemişler. Bir keresinde ona “Geri dönüp baktığında şunu da yapabilseydim” dediğin bir şey var mı diye sormuştum. Gözleri dolu dolu “Yağmurlu bir günde sevdiğimle pencere önünde oturmanın nasıl bir şey olduğunu bilmek isterdim.” diye cevap verdi. Pek çoğumuzun sıradan bulduğu şey onun içinde kalmış bir ukdeydi.
Bir de bilge köylüleri vardı masallarında. Görmüş geçirmiş zarif hanımlar mesela. Herkesin sözüne itibar ettiği eşrefi mahlukat taifesinden kişiler. Günler ilerledikçe Refi’nin masalları da kararmaya başladı. Bilgelerin yerini çatallı dilleriyle fısıldayan tuhaf varlıklar aldı. Onları tasvir edemiyoruz fakat orada olduklarını hissediyoruz. Önceden anlaşmışız gibi, bir o anlatıyor bir ben. İkimiz korkunç hikayeler üretiyoruz. Masal bitince uzun uzun susup bütün bunları nasıl uydurabildiğimizi düşünüyoruz.
Herkesin içinde gizli kalmış ıssız bir mezarlık var, bundan eminim. Keşfedilecekleri günü bekleyen ürkütücü hikayeleri var bu mezarların. Genlerle nesilden nesile aktarılan hikayeler. Bunlar bizi hayatın soğuk yüzüne; ölüme alıştırıyor. Onu korkutmak istemiyordum. Ama ne yazık ki böyle olmak zorundaydı. En kötüyü tanıyan, iyiyle karşılaştığında sevinir, daha kötüsüyle karşılaştığında şaşırmaz diye düşünüyordum.
"Mezarların üzerine karanlık çöktüğünde; gökten yaldızlı elbiseleriyle inecek melekler. Doğrulmuş, ayaktaşlarına bakan ölüleri bir bir sayacaklar. Kimi geri dönmek için dünyada bıraktıklarını teklif edecek, kimi beni dünyaya geri gönderecekler diye tir tir titreyecek. O alaca karanlıkta duyulacak tek ses iniltiler, iniltiler, iniltiler. Mezarlığın bitişiğindeki yoldan araçlar geçiyor olacak yine. Kimi teybin sesini kısacak, ölüler duyuyormuş gibi. Kimi elindeki şişeyi mezarlığa doğru fırlatacak. Fakat ne mezarlık ahalisi görecek bunları, ne dünya ahalisi mezarda olup bitenden haberdar olacak. Herkes kendi iniltisini duyar Refi. Herkes kendine acır bu dünyada ve o dünyada. Biri sana derdini anlattığında için acıyorsa, aynı şeyi yaşamaktan korktuğundandır. Ruh anında empati kurar ve sen bile fark etmeden o olayı sana yaşatır. Sonra sen de acırsın. Kendine acırsın, karşındakine değil. Refi, sen şu an alacakaranlıktasın, henüz yerini bulamadın. Yerini bulduğunda bütün bunlar da son bulacak. Her şey bunun için, yerini bulman için. Uykular bile bunun provasıydı. Şu an durduğun yer dünyaya ait değil. Başka bir aleme de ait değil. Yolun sonunda da değilsin. Neden sık sık dalıp gittiğini bir düşün. Bir yere bakıyorsun ama orada bir şey görmüyorsun. Bir şey düşünüyor gibisin ama aslında zihnin bomboş. Öyle zamanlarda sen fark etmesen de dengen bozuluyor ve bedenin yavaşça bir yana yıkılıyor. Ağzın bile yamuluyor bazen. Sonra aniden bilincin yerine geliyor. İrkilerek etrafa bakınıyorsun. Bu nedir biliyor musun Refi? ”
Yaslandığı yerden doğrulmaya çalıştı. Ondan umulmayacak bir çeviklikle bacaklarını divandan aşağı sarkıttı. Zavallı Refi, nereye gideceksin? Üzerinde yürüdüğün asma köprünün arkanda kalan bütün tahtaları kırılıp döküldü. Refi, hiçbirimiz için geri dönüş yolu yok. İlerle, hepsi bu.
“Beni çıkarsana” dedi. Pencereden dışarıya gülümseyerek bakıyordu. Az evvelki efkarlı halinden eser yoktu. Kırışık yanaklarına renk gelmişti. Ne çabuk değişiyor şu ihtiyarların iç alemleri dedim içimden. Bizse deli gibi çırpınıyoruz aynı kalabilmek için.
“Reficiğim, bu mümkün değil. Ya kayıp düşersen ne yaparım.
Gerçekten de onu dışarı çıkartmak çok riskliydi. Üşümesi ya da düşmesi bir yerde ölmesi gibi bir şeydi. Zaten kimsesi yoktu. Konu komşu sırayla ihtiyaçlarını görüyordu. Keşke hergün ziyaretine gelebilseydim. Keşke ona bir faydam dokunabilseydi. Ellerini avcuma alıp öpmekten başka, korkunç hikayeler anlatmaktan başka ne yapıyordum ki!
Dışarı çıkıp ona bir leğen dolusu kar getirdim. Fakat geri döndüğümde Refi uyuyordu. Leğendeki kar eridi. Usul usul eridi. İçerisi çok sıcaktı. Sobanın üzerinde kaynayan ibrikten çıkan buhar, nefes almayı zorlaştırıyordu. Kar nasıl dayansındı.
Gergin bir suskunluk Refi’yle aramızda. Bu nedir böyle dedim içimden. Biri sanki üzerime oturmuş gibi. Uzayan sessizliklerden korkuyorum. Arkalarından bir kere olsun iyi bir şey gelmemiştir.
“Refi, bana baksana sen!” Omzuna dokundum, başı önüne düştü. Eşarbının iri oyaları dalgalandı biraz. “Yine mi uyudun kız? Hişt! Kalk hadi. Birazdan gideceğim ben.” dedim.
Ses yok, hareket yok.
Ama Refi gitti.
Ona anlattığım gibi, dere ortasında bir taştan ötekine seker gibi, bir rüyadan uyanır gibi. Uçakla, dünyanın karlı bir yerinden mevsimlerden yaz olan bir memlekete gider gibi.
Refi önde, kazlar arkada…Geride ince bir ukde. Yağmurlu bir günde, sevgiliyle el ele dışarıyı seyretmek artık yok.
Refi, ölme. Ne olursun ölme!
Bak ben dizlerimin üzerinde duramam sen gidersen. İçime oturur son bakışların. Sana anlattığım hikayelerin yalan olduğunu anlayacaksın gidersen. Ben ne yaparım o zaman? Refi… Bak bu karlar erir. O türküdeki gibi memleketin dağlarına bahar gelir. Bu ağaçlar çiçek açar. Bu toprak göverir. Biz güzel bahçelere gideriz birlikte. O çok istediğin çiçekli hırkayı alırız. Giyersin de, çeşme yanına götürürüm seni. Belki bir dede, ha Refi? Allah sürprizleri pek sever.
Gitti. Refi önde, kazlar arkada.
O gittikten sonra sürekli kulaklarımda acı bir şarkıyla dolaşıyordum. En kalabalık, en kahkahaya boğulmuş halimde bile o acı şarkı beynimin içinde dönüyordu. Buna neden katlanıyordum ki? Hepsi bir dakikada bitebilirdi işte…
Annemi aramak istedim. Ona diyecektim ki…Ona hiçbir şey demeyecektim. Belki bir kere de benim için kara çatkıları bağlamalı, üç kişilik ailemizden geriye kalan biricik insan olarak, yalnızlığın acısını dibine kadar yaşamalıydı.
Gözyaşlarımı sildim. Kafamdaki o sese kulak verdim. “Bir an önce” diyordu. “Bir an önce.” Evet, ne olacaksa bir an önce olmalıydı. Yoksa vazgeçebilirdim. İnsansın, nihayetinde korkuyorsun.
Banyoya girdikten sonrasını hatırlamıyorum. Sadece son bir kez aynaya baktığımı hayal meyal anımsıyorum. Kendime geldiğimde olayın üzerinden beş gün geçmişti. Gözümü o meşhur akıl hastanesinde açtım. Lanet koridor, yine dünyaya çıkmıştı. Bir labirentin içinde kısılıp kalmıştım işte. Bana ölmek yoktu. Kalıp, tuza düşmüş bir solucan gibi acı içinde kıvranarak yaşamam gerekiyordu.
Refi karanlıktan çok korkardı. Vasiyetimdir, başıma elektrik direği diktir derdi sürekli. Onun gözünde ben, her şeyi başarabilecek güçteydim. Şimdi bir yerlerde korkuyor olabileceğini düşünmek beni iliklerime kadar buza batırıyor.
Elimi, elinden çekiyorum Bahri’nin. Tadı, tuzu kaçıyor. Söyleyecekleri, dudağının kenarında kalıverdi öylece. Bugün Allah’a ne için şükrettiği umrumda değil. Nenem kafamın içinde başını sallıyor. O da temelli yerleşti kaldı. "Kız gitsene İdris Naci’nin yanına" diyorum. "Yok, gitmem. İyi böyle." diyor. "İnsan eti ağırdır evlatçığım. Gayri kimseyi taşıyamam artık. Öldüm ya ben!" Sonra namaz postunun kıyıcığına düğümlediği yakut yeşili tespihini parmaklarına dolayıp "Sübhanallah!" diyor. Sübhanallah...