Ben ağırdım. Yaşadıklarımdan. O yüzden yere çöküyordum hemen. O ise havadaydı. Hafif kum tepeciklerinin üstünden denizi görebiliyordu. Ama bu kaldıraç olayı birlikteliği gerektiriyordu. Sırf ’biz’ olalım diye, çökmeye razıydım. Hem yer çekimine karşı gelmesini sağlayan, benim toprağa daha yakın oluşumdu. İstediği kadar tepeden baksın, havada asılı kalsın da, mühim değil. ’Salıncaktan düşen çocuk hiç küser mi parka?’ Bu defa salıncaktan başka bir şey olsun istedim. Ama yine oyunlar oynayalım. Parktan çıkmayalım diye. Lise çıkışlarında geçen delikanlılara kayıyordu gözü. Farkındaydım. Bir an önce büyümek istedim sinirimden. Ona kızmadım. Kendimeydi öfkem. Neden bu kadar küçüktüm ki? Nasıl hırs yaptıysam biraz fazla büyümüşüm. İçim yaşlanmış. Göz kenarlarımda yürüyen kaz ayaklarına baktı, hafif tiksinç geldi zahir. Oysa bir kez gözümün içine baksa anlayacaktı, onu ne çok seviyorum. ’İndir!’ dedi. Yutkundum. Ne demek istediğini adım gibi biliyordum ama duymazdan geldim. Tekrar, ’İndir!’ diye kızınca kıyamadım. Sıkıldı yarim. Biraz da atlı karıncaya bineriz herhalde. Eteklerini çırptı tek seferde. Bakmadı bile. Bıkmadım diye. Yürüdü uzaklara. Ama o nasıl yürümek! İlla ki yürürsün de, öyle bir çiğnedi ki zamanı, bastığı her zerre soldu. Kuruyunca çimenler, bu defa sarıyı sevmeye gayret ettim. Hepsi ondan kalmaydı. Ne güzeller. |