3
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1489
Okunma
Avluya sadece kendi penceremden bakmak beni doğru ifade eder mi?
Yürüyüp yürümediğim her şehir, her yol, her sokakta bir çıkmazdan bahsedip duruyoruz. İnsan olmaya, iyi olmaya gösterilen gayrete karşı bir tepki mi bu. İçine girilmeyen evlerin dışından bakıp, içine girilen evlerin hayatında çektiği zorlukları görünceye kadar duvarlar yaşamımızın vazgeçilmezi olacak gibi.
Sert, sağlam olmak ve ayakta durmak zorunda kalan duvarlara bakarken artık hiçbir şeyin dümdüz olmadığını da bilmek gerekir. Kenarı ezik taşlar, güneşinden eksik harç, bir tarafı tamamen yıkılmış duvarların dünyasından bakmalı o evlerin avlularına ve ta içlerine kadar.
Bu coğrafyada Güneşle tartışmaya gerek duyulmaz.
Sırt verdiği ışığına elleriyle inşa ettiği eviyle, çatısıyla, duvarıyla, penceresiyle bir bütün olarak bakıp değerlendirmek gerekir. Bu kıtaya karşı kıtadan bakan bir gözün görebileceği en iyi görüş sislerden müteşekkil bir karşıdır.
Kapkara bir öfke arasına sıkışmış ve neredeyse surlarla çevrili bir şehrin içinde taş bir avluda, bir çocuk kalbi elini maviye kaldırdı ve var olmaya çabalayan bir şeyi gösterdi işaret parmağının ucuyla.
“İki nokta,” dedi, beni bu gökte kuş olmaya zorlayan. Bir çocuk kalbinin anlatabildiği kadar ağzında geveleyerek içindeki gökyüzünü. Anlatamadığından bir o kadar emin, anlaşılmayı bekleyen eli havada asılı kaldı. Gördüğü gökkuşağının da ötesine geçmek zorunda olduğunu biliyordu; iki noktayı sonsuzluğa taşımak, sise dokunmadan mümkün değil gibi görünüyorken... Biraz duyumsatmak isteği: mavisine biraz dokunarak, gökkuşağını göstererek, hissettirmek istiyordu parmağının ucundaki su kabarcığını.
Tuhaf bir hazla acıyordu içi, avlunun.
Yerden göğe, her şeye ve her boşluğa sirayet etmiş bir tekvin...