20
Yorum
11
Beğeni
0,0
Puan
1525
Okunma


Bir güzel dövün..
Oniki Eylül darbesi olalı dört ve ya beş ay olmuştu. Doğu görevimi; kışı çok ağır geçen bu köyde yapıyordum. Daha ilk geldiğim gün yolun çamuruna saplanan ayakkabılarımı çıkarmakta zorlandığımda anlamıştım ve içimden; “demek ki böyle yoksul ve devletin hiç uğramadığı köylerde varmış” diye geçirmiştim.)
Çocukluğum; babamın görevi dolayısıyla büyük şehirlerde geçmişti.Ben ise ailemle birlikte yaz tatillerinde gittiğimiz denize yakın kentin, yine bir sahil köyü olan dedemlerde geçiriyorduk.
Dedemlerin köyü,yazları sıcak, kışları ılıman geçen ve insanları biraz daha medeni olan bir köydü, yakın komşu köylerimiz hariç başka köyler görmemiştim.
Kitaplarda okusam da,bu kadar yoksul olduklarını tahmin etmiyordum.. Daha köye girer girmez burnunuza gelen tezek kokusuna önceleri alışmakta çok zorlandım. Fakat insanlarının sıcaklığı ve samimiyeti kısa sürede tüm zorluğu unutturmuştu bana.
Öğrencilerimden, içlerinde eğitime geç kalmış yaşça büyük çocuklarda vardı.
Diğer köyler gibi bu köyden de, büyük şehirlere göç eden aileler olmuştu.
Göç eden akrabalarının yanlarına göndererek çocuklarını okutanda vardı, bu imkandan yoksun olanlarda.
Benden önce görev alan öğretmen arkadaş çok zorlanmış ve eş görevinden dolayı başka şehre tayinini istemişti.
İlk geldiğim gün beni karşılamayan Muhtar’ın sevinçten gözleri parlıyordu. Bu kadar çok sevinmesinin sebebini sorduğumda...
“ Bu sefer ki, Öğretmenimizin bayan olmasına”demişti.
“Neden? ne farkı var öğretmen; öğretmendir” dediğimde,
“ Bayanlarda, anne hissiyatı vardır, çocuklarımızı okutup öğretmeden bırakıp gitmezler” dediğinde; orada burnumun direği sızlamış, içime bir garip duygu çökmüştü.
Evlerinde de, okumanın önemini çocuklarına anlatıkklarını emindim ki;okula getirdiklerinde; “öğretmeninizi üzmeyecek can kulağı ile dinleyeceksiniz” diye tembihlerini defalarca duymuştum.
Bu köylülerin okula hasret, okumaya aç kaldıkları her hallerinden belli idi.
Zorlanacağımı sandığım bu köyde öyle bir karşılandım ki; tüm veliler kendi aralarında konuşup benim geçimimi sıraya koymuştu, kim kasabaya giderse mutlaka ihtiyaçlarım sorulup alış verişim yapılacaktı.
Hele o öğrenci annelerinin, samimiyeti içtenliğiyle bir birileriyle yarışıyorlardı sanki.En çokta okula en yakını olan Lütfiye ablam. Ne çok şey öğrenmiştim; ilk günler ön yargılarımın esiri olan ben bu kadından.
Ne tatlı dilliydi Lütfiye abla, sık sık çıkınına; gözleme, sadeyağ, taze peynir, tandırdan yeni çıkmış lavaşı sarıp getirip...
“ şeherli gızlar bilmez bunları yapmayı gözel gızım, sakın çekinme ha, gelemezsem sen gel iste!” derdi.
“yok çekinmem ama böyle olmaz ki abla, hep sizler getiriyorsunuz çok mahçup oluyorum.”dedimse de.
“Sen bizim çocuklarımızı ohutuyorsun.Bah ne demiş HZ. Ali. Efendimiz, Ceylan gızım..
“bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum” diye boşamı demiş.Senin emeğinin yanında, bunların sözümü olur heç;benim çocuhluğumda köyümüzde ohul yohtu, en yahın ohul gasabamızdaydı,orada çoh uzah, şimdi ki gibi vasayıtta yohdu. Emmimlen babam ilçe de ev tutup oğlanları ohuttular da gızlarını cahıl bırahdılar köyün erkekleri ohur bizim burda gızları güçük yaşta gocaya verirler”diyerek dert yanardı, köydeki diğer kadınlarında tümünün “gız gısmı” okur mu diyerek elinden alınmış eğitimlerini dile getirerek tercümanı olurdu hepsinin kanayan yarasına.
“Estağfullah Lutfiye abla, kendine bir daha cahil deme sakın,sen hayat okulunu bitirmişsin hemde en zorunu sen benim idolümsün.”
“Oda ne ki Ceylan gızım, hodulumsün ne ki?”
“ her gün karşı evde kış kıyamet demeden koşturan ve üstelikte dört çocuğunu okula tertemiz gönderen bu maviş ablama hayranım demek.”
Lütfiye ablanın böyle özgürce kahkaha attığını ilk görüyordum ağzım açık baka kaldım; gülünce ne güzel oluyordu gamzeleri.Evliliği boyunca kocasından yediği dayaklar; gözüne güneş hüzmesi gibi yansıyan gülmeyi unutturmuş olsa da; bana her gelişinde karamsarlıktan çıkıp tebessümle maskelesede ben anlıyordum.
Öyle içten gülüyordu ki bende kahkahalarına eşlik etmek zorunda hissettim kendimi ve birlikte bıraktık gökyüzüne özgürce çarpan sesimizi.
Gülmekten ıslanan gözleri yüzüme sabitlenmişken; birden kesildi az önceki gökyüzüne kadar varan sesi.
“Bah bana gız ”dedi demin ki gülüşünden arda kalan az bir tebessümle...
Birbirimizin şaka ve gerçeklerini iyi bildiğimiz gibi; hoşgörülerimize sığınırak espirilerde yapardık.
“hayran olacak başga birini bulamadın mı garagözlüm.” diyerek iki yanağımı avuç içlerine alıp bıraktı.
“Niye öyle dedin ki abla? Sen çok iyi bir hanım ve iyi bir annesin,bana da analık ettin coğrafyasına yabancı kaldığım bu köyde.”
“Sağol Ceylan gızım, ohumuş insanın halı bir başga oluyor, bah yine duygulardırdın beni” diyerek tülbentin ucuyla gözlerini silerken, bir yandan da konuşmasına devam ediyordu.
“çalışkanmışız tüm işler sırtımızdaymış ha? gel bunu bizim heriflere anlat, onların gözünde biz evde yan gelip yatıyoh, evde ne iş varmış ki onlara göre.. Buralardaki garıların gaderi hep aynı gözel gızım, altının gadrini sarrafı bilir” dedi.
Her muhabbetimizde olduğu gibi yine bir deyimle hayranlık bıraktı üzerimde.
Rahmetli babannemden de çok duyardım böyle deyimleri nasıl aklına gelirde yerleştirirdi şaşardım. Onlarca sözcükle ifade edemediklerimizi; tam yerinde kullanırdı.
Çocukluk işte; babanneme de sorardım “hani okumam yazmam yok diyorsun, bunları deyimler sözlüğünden okumuşsun işte” diyerek.
O da bana..
“ Yok valla okumam güzel kızım, bunları; hayat okulundan öğreniyorsun, bu sözlerin hepsi yaşanmışlıklardan doğmuş,önemli olan; yeri geldiğinde kullanmayı bilmek” derdi.
İçimden babaannemi yad ederken, Lütfiye ablayla, babaannemi özdeşleştirmiş ondan kendime yakın bulmuştum sanki..
Lütfiye abla kendisini cahilliği ile yaftalasada benim gözümden; davranışı insanlığı ve kendisini ifade de; çok okul okumuştan daha bilgeydi.
Bir hafta, karşıdan karşıya selamlaşarak hal hatırla geçirmiştik.
Bende dersin bitişi sonrası öğrencilerimin yarı yıl karne notları ile meşguldüm.O da,kar yağışı sonrası eşi Kamil abi de evde olunca; ev işlerinin üzerine kocaya hizmetleri de eklenince hiç çıkamaz olurdu.
Oniki eylül darbesinin getirdiği sıkı yönetimleri,şehirler ve kasabalardan sonra;devletimizin bazı köylere cömert davrandığı hizmetlerinden üstlerine düşeni alamayan bu yöre köyleri baskı ve zulmünden payını alıyordu.Gece sokağa çıkma yasaklarının gelmesi ve jandarmaların sık sık uğrayıp, evleri aramalarıyla hissedilir olmuştu.
Köy kahvesindeki, Tv den haberleri öğrendiği kadarıyla, memlekette neler olup bittiğinin farkındalardı.
Geçmiş Yönetimler tarafından zulüm görmüş atalarından aktarımla büyümüşler ve ordunun askerin kolluk gücün ne olduğunu iyi bilip tanıyorlardı.
Kimisinin, üniversite de okuyan çocuklarını apar topar götürülüp gözaltına alınıp işkence yapıldığını duymuşlardı. Fakat, günlerce haber alamadıkları gibi akibetlerini dahi sormaya cesaret edemiyorlardı. Yine en ufak bir şüphe de basılan bu köylerden götürdükleri insanlara günlerce işkence yapıldığını duydukça, bu zavallı yoksul insanların korkulu rüyalarına yenileri ekleniyordu.
Lütfiye abla, eşinin kız kardeşi Fadime’yle, Berdel olarak evlendirilmişti.Fadime beş kilometre uzaklıktaki komşu köye Lütfiyenin kardeşine gelin gitmişti.
Okulumuza ek olarak yapılmış iki odalı lojmanın sobasını yakmak için odun almaya çıktığımda Lütfiye ablanın; eliyle bana işaret ettiğini görüp bekledim.
“Hayırlı sabahlar Ceylan gızım”dedi.
“Hayırlı sabahlar abla, çok telaşlı gördüm seni, eşeği de yüklemişsin yolculuk nereye?”
“ Bizim Fadime ye gidiyorum sen tanıyorsun ya görümcemi”
“Evet “
“Dün geç vakit çocukla haber salmış, fırın yahıp somun ekmeği yapacahmış da, beni de gelsin somun yapsın diye çağırmış, biraz un falan yükledim eşeğe, Kamil abin de kasabaya gidiyor, okuldan çıhınca çocuklara az göz gulah olur musun? diyecektim de.”
“Elbette abla, sen çocukları düşünme; hatta Kamil abi gelene kadar hiç eve göndermem, derslerini de yaptırım merak etme sen olur mu.”
“Tamam Ceylan gızım, çok sağol Allah ne muradın varsa versin” diyerek hem gidiyor hem de tepeyi aşana kadar el sallıyordu.
Lütfiye abla, yaşlı ve tembel eşekle, Fadime’lere vardiğında, Fadime koca bir tekne hamuru yoğurup fırını kızdırmış, fakat, Lütfiye ablanın geç kalacağını düşünerek birkaç komşuya da ekmek sırası vermiş.
Lütfiye ablanın hamuru yoğurması, mayalanması, pişmesi bayağı bir zaman alır.Kısa kış günü karanlık erken basınca, sokağa çıkma yasaklarından dolayıda; Fadime yengesini o gece gördermez.
Akşam geç saat de kasabadan dönen Kamil eve geldiğinde karısını göremeyince deliye döner. Yasaklar başladığından gidip karısını da getiremez.
Sabah hayvanlara yemini verip çocukları okula gönderdikten sonra bacısı Fadime’ye gider ve Lütfiye’yi alıp döner.
Kocası Kamil,bir karış suratla eve gelene kadar iki kelime etmez. Yükü indirip eşeği ahıra bağlayan Lütfiye; kocasını elinde bir sopayla; karşına dikilmiş bulur.
İşini geç bitirip evine dönmeyip Fadime’de yatması, çok büyük suçu olan Lütfiye yi, ağzı burnu, gözü kaşı kan içinde kalana kadar döver.
Üç gün yerinden kalkıp hiç bir işe el atamayan Lütfiye’nin yardımına yakın akrabası Zeliha ile Ceylan öğretmen yani ben yetiştim.Oldu bitti kadına şiddete karşı tavrımla Kamil abiye kızıp bağırsam da fayda etmezdi.
“Garı benim değil mi, döverim de, severim de, diyerek her seferinde üste çıkardı.”
En ufak şüphede aranan köylerin baskınlarından, sıra bunların köye gelmiştir.Jandarmalar evlere girip arama yapmasına yaparlar ama izin vermeyip karşı gelenleri de karakollara alıp döverlerdi.
Arama sırası Lütfiye ablanın evine gelmişti ki, jandarmaları kapıda görünce dayanamadım ve Lütfiye abla hasta olduğu için endişelenip bende koştum.
Eve vardığımda, hasta yatağında yatan Lütfiye abla da ayaktaydı;belli ki jandarmalar gelince kalkmak zorunda kalmıştı.
Kapının dibinde dikilen iki Jandarmadan uzun boylu olanı..
“Kamil Ateş ‘in evi burasıymış, sorup öğrendik, evi arayacaz”diyordu ki kapıya dikildim.
“neler oluyor abla neden gelmişler hayırdır?” der, demez...
Kaş göz ederek, işaret parmağını iki dudağına götürerek bana“sus” işareti yaptı.
“arayın oğlum arayın da , evi çok dağıtmayın, ev de Kamil den başka bir şey bulamazsınız”derken gözlerim Lütfiye ye ablaya çakılı kalmıştı. Yer ocağının önüne serili yer minderini jandarmaya sessizce gösteriyordu.
“Kamil aha orda jenderme oğlum, götüründe bir güzel dövün emi”diyordu.
Dayak yediği yılların isyanı birikmiş, haklı olarak intikama dönüşmüştü. Yirmi yıldır zulmüyle baş edemediği kocasını Jandarmalara eliyle teslim ederken.
Aslında o da biliyordu ki, kocasının devlete karşı işlenmiş hiç bir suçu yoktu. Fakat; et yumuşak, değnek katıydı ve belki anlardı Kamil de; canın, acı çekmesinin ne olduğunu..
Aliye UYANIK /BOZOK KIZI
05.12.2020 ÇANAKKALE/DALYAN