25
Yorum
15
Beğeni
0,0
Puan
1885
Okunma


Şehrin en yüksek rakımlı yerinde, meşhur dağın eteklerinde konuşlandırılmış sitenin en son apartmanının en üst katına sesler, bir mırıltı gibi gelirdi. Rakım o kadar yüksekti ki şehre sis çöktüğü zaman birkaç minare görünmese insan bulutlar üzerinde olduğunu bile düşünebilirdi.
Sessizliğin ve huzurun adresi gibi olan sitede hele kış günlerindeki dinginlik arayanlar için bulunmaz bir nimetti.
Araba homurtusu, egzos sesi, çocuk çığlıkları, satıcı sesleri… her tarafı yeşillik ortamda ağaçların yapraklarına takılır kalırdı sanki. Evlere, balkonlara uzaktan bir yankı gibi ulaşır, belli belirsiz haberdar ederdi sadece.
Çok soğuk ve fırtınalı bir kış gecesinde yağmurun iri taneleri, açması için camlara ısrar eder gibi arka arkaya vuruyor, herkes kapısını bacasını kapatıp içeri kaçmaya çalışıyordu bir an önce.
Kadın mutfaktaki işini bitirip ışığı kapamaya uzandığında daha önce de birkaç kez duyduğu ince ama dirençli bir sesin ‘maydanooooz – kekiiik - naaaaneee’ dediğini duyar gibi oldu. Bu kadar sert bir havada camda kapıda kimse yokken bunları kimlere satacak acaba diye merak edip balkona çıktı.
Yerde düşürdüğü bir şeyi arıyormuş gibi iki büklüm, yere doğru eğilmiş ama çok hızlı giden bir erkek gördü. Hırkasına iyice sarınarak bir süre gözleriyle takip etti. Belli belirsiz çıkan sesin yarısını da rüzgar savurunca geriye mırıltı gibi bir şey kalıyor ama o hiç kesmeden aynı ritimle seslenmeye devam ediyordu.
Sitenin sonuna kadar gitti, biraz doğrulup camlara balkonlara baktı. Kimseyi göremeyince farklı bir tonda küfreder gibi mırıldanarak geri dönüp kadının olduğu apartmana doğru yürüdü. Kadın refleks gibi:
- “Maydanozcuuuuu!” diye seslendi.
Bir an göz göze gelir gibi oldular. Kadın sesini duyuramayacağını düşünerek eliyle apartman girişini işaret etti:
- “Hemen geliyorum.” dedi.
Bu zor hava şartlarında bile para kazanmak için sokaklarda gezene çok acımış, ne satıyorsa hepsini almaya karar vermişti.
Önce otomatiğe bastı. ‘İçeri girsin de biraz ısınsın’ diye düşündü, uçar gibi beş katı indi.
Işıkta bir dede görünce şaşırdı. Çok yaşlıydı!
Gözleri duman rengiydi, göz pınarları da uykudan yeni uyanmış çocuk gibi çapak içindeydi. Önünü zor görüyor gibiydi. İçi acıdı kadının.
- Ne satıyorsun dede? dedi daha önce hiç duymamış gibi…
- Bana ‘maydonozcu dedin ya!.. ne soruyorsun?’ diye keskin bir zekanın otoriter sesinin bu dededen gelip gelmediğine inanmak için bir daha baktı kadın.
- Yani başka ne var demek istedim!
Dedenin elinle iki macır çantası vardı. O kadar eskiydi ki sapları yoktu. Yanlarında delmiş ve kınnap geçirerek sap yerine bağlamış, elini kesmesin diye de kirli bir mendille sarmıştı.
Üzerinden düşecek gibi büyük gelen ceketinin kolları içinde elleri görünmüyordu. Merdivenlere oturdu, kolunu sıvadı ve takıldıkları yerlerden farklı boyutlarda kırıldığı, düzenli kesilmediği, tırnak içlerinin katran karası gibi olan ellerini görünce kadın bir daha şaşırdı.
Dede bir maydanoz bir nane çıkardı, uzattı kadına. Düzensiz demetti onlar da sap yerine de uzun sert bitki dallarıyla bağlamıştı.
- Kaç tane var dede? Ben hepsini almak istiyorum. dedi.
Dede uzattıklarını da aldı, çantasına attı ve elindeki oyuncağı alınacak korkusuyla saklamaya çalışan bir çocuk gibi çantalarını göğsüne bastırdı:
- Olmaz!.. dedi. Kadının şaşkın bakışlarını görünce de açıklama yapma gereği duydu.
- Hepsini sen alırsan bu havada insanlar nerden nane maydanoz bulacak? Olmaz!..
Kadın karşısında sadece yaşlı ve köylü bir dede değil, adil ve onurlu bir yürek durduğunu fark etti. Üstelemedi:
- Peki dede, birer tane alayım ben, dedi.
Sonra aklına gelmiş gibi birden sordu:
- Dede karnın aç mı?... beklersen getireyim mi?
Dede, randevusuna yetişecek bir edayla:
- Aç!… Ama acele getirirsen, çok işim var, dedi.
Kadın beş kat yukarı doğru uçtu bu sefer. Soğumadığı için henüz ocağın üzerine duranların altını yakarken bir taraftan da çorbadan salataya, pilava yanına da hoşafa kadar her şeyi hazırlamaya başladı. Yemekler de ısınınca hepsinin tabaklarını yuvarlak bir tepsiye dizdi, ekmeği dilimledi, bir bardak suyu da aldı. Daire kapısından çıkınca merdiven trabzanlarının titrediğini gördü. Dede sinirlenmiş en alt kattan vuruyor, metal titreşim, ‘zehir gibi’ mesajı yukarı taşıyordu!
Bu sefer elindekileri dökmemek için hızlı inemedi. Ayak seslerini duyan dede, çocuk gibi huysuzlanmaya ve ‘hadi, hadiii’ demeye başlamıştı.
Kadın koltuğunun altında getirdiği bir örtüyü önce kucağına yaymak istedi, dede savurup attı. ‘İstemez!’ dedi. Tepsiyi kucağına aldı. Kadın onu eve davet etmişti ama o ‘buraya getir’ demişti. Kadın da yardımcı olabilir miyim diye ayakta bekliyordu.
Dede başını kaldırdı: ‘Sen böyle başımda dikilip beni mi seyredeceksin?’ dedi.
Kadın, ‘Yok, şey, hayır!.. Bir ihtiyacın olursa….’ Cümlesini bitirmenden dede kestirip attı:
- Olmaz, olmaz! Ben bitirince zilini çalarım, sen göster bana, dedi.
Kadın zili gösterdi: ‘Ne zaman gelirsen bu zil bas dede, ben inerim.’ dedi ve çaresizce yukarı çıktı. Uzunca bir süre ses seda gelmedi. ‘Zile basmayı unuttu’ diye düşündü.
Biraz sonra bir kez ama uzunca bir zil çaldı. Dede o kadar karizmatikti ki zil çalışı bile ondan edindiği izlenimlere uyuyordu.
Aşağıya boşları almaya indi. Bütün tabaklar yıkanmış gibi sıyrılmış, kenarlarında iz bile yoktu neredeyse. Hepsini de boy sırasıyla üst üste dizmişti.
Kadın aldıklarının parasını ve biraz da fazlacasını koymuştu tepsinin kenarına.
Dede, naneyle maydanozun parasını almış diğerlerini tabakların altına sıkıştırmıştı.
Tepsiyle yukarı çıkarken kadın Mevlana’nın sözünü hatırlamıştı, ağlıyordu:
“Ne elbiseler gördüm içinde insan yok.
Ne insanlar gördüm, üstünde elbise yok”
………………………..
Dede, yıllarca her geldiğinde zile basar, kadını balkonda gördüğü gibi eliyle ‘in aşağı’ der gibi işaret eder ve sadece “Hadi!..” derdi.
Aralarında sessiz bir iletişim sağlamışlardı artık.
Kadın olabildiğince hızlı bir şekilde tepsiyi hazırlar, indirir ve hiç konuşmadan bırakıp yukarı çıkardı. Zil sesinden sonra indiğinde de her seferinde boş tabakların yanında ya bir demet nane ya kekik ya da maydanoz bulurdu!...
19.10.2020 Serap IRKÖRÜCÜ