3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
552
Okunma
....................................
Hızlı adımlarla yürürken eşarbı başından kaydı, örükleri omuzlarına döküldü. Güneşte parlayan kumral saçları, beyaz tenini tamamladı. Gülistan, beyazlı morlu karışık çiçekli pembeye çalan yeni bir fistan giymişti. Fistanlarını annesi iğneyle dikiyordu, köyün terzisi Naze kadın. Fistanın üzerini sarı bir hırkayla tamamlamıştı, yazması sade gelincik kırmızıydı. Gülistan renkli giyinmeyi ne çok severdi. Cemal, üzerindeki fistanı ilk kez görüyordu, yenibaharı andıran güzelliğine dalıp gitmişti. Dere yatağından yamaca yeni yayılan kuzuları unutmuş, yokuş yukarı çıkan Gülistan’dan gözlerini alamamıştı. Sivri kayanın gölgesinde oturdular. Mozelan deresinden yükselen bir çift turna kanatlarını çırparak hazin sesleriyle sevdalıları selamladılar.
“Gülistan!” dedi, Cemal. “Ne iyi ettin de geldin, beni öyle mutlu etin ki.”
“Kuzuları meydana getirince, konuştuklarını gördüm, merak ettim seni.”
“Gülistan, sabahleyin seninle konuşmadan çekip gitmek zorunda kalmıştım. Biliyorsun, Ahmet dayı işte… Ne bileyim, keyfimi kaçırdı, senin duymanı istemedim.”
“Kafana takma Cemal, onu bütün köy bilir zaten.”
“Gülistan” dedi Cemal. “Bugün giydiklerin sana ne kadar da yakışmış. Gözlerimi üzerinden alamıyorum, bir türlü.”
Gülistan, Cemal’in güzel iltifatlardan memnun olmuştu.
“Yaa… Çok mu yakışmış?”
“Hem de baharları kıskandıracak kadar güzelsin.”
“Gerçekten çok mu beğendin, Cemal?”
“Beğenmek de laf mı Gülistan, değirmen yamacında açılan nevruz çiçekler gibisin sanki.”
Gülistan daha çok şeyler duymak istiyordu, ama Cemal konuşmasını beceremiyordu.
“Evet, çok beğendim, yemin billahi Gülistan!”
Yanakları başındaki eşarp gibi kızardı, utancından ela gözlerini yere indirdi. Susuyordu, susmanın tam yerini hesaplayarak.
Cemal boynunu yana bükmüş sevdiğine hayranlıkla bakarken, elini tutmak geçti içinden. Cemal’in hayat hakkında karar verecek kadar tecrübesi yoktu. Çocukluğundan beri hatırladığı, köyün kuzuları güdüyordu. Geleceğin ona neler vereceğini daha doğru dürüst düşünememişti. Gülistan’ı karşısında bahara benzer haliyle görünce heyecanlanmıştı. Birden kafasında şimşek çakar gibi bir düşünce belirdi, ama düşüncesini açıklayacak cesareti kendinde bulamadı, korkak Cemal.
Kuzu sürüsü dere yatağından değirmen yamacına yayıldı. Bir süre hiç konuşmadan sivri kayanın gölgesinde karşılıklı oturdular. Gölgeler dereye doğru uzanmış, güneş Şehitlik tepesini aşmak üzereydi, ikindi serinliği derenin çağlayarak akan suyuna karışmıştı. Gülistan bedeninde hafif bir titreme hissetti.
Beş on erkek çocuk öküzleri bayıra saldıktan sonra otları biçilmiş derenin geniş düzlüğünde kovalamaca oynuyorlardı. Harmandan yeni çözülmüş öküzler değirmen deresinin kenarlarında henüz sararmamış otlarına iştahla saldırdılar, sırtlarına konan sığırcık kuşlarına aldırmadan. Bir sürü ala karga havalandı kondukları söğüt ağacından, kavaklığa doğru uçtular. Acayip sesleri vardı kuşların. Sivri kayanın gölgesi silinmek üzeriydi.
Karşılıklı oturdukları yerde gözlerini ayırmadan bakışıyorlardı. Cemal konuşacak söz bulamıyordu. Sadece hasretle bakışan gözler birbirlerine kenetlenmişlerdi. Düşünceli ve sessiz bakışların zevkine varan iki asil ruh, aynı hayallerin deryasında yüzerek bilinmeyen acıların içinde kıvranıyorlardı. Aslında ikisinin de anlatacakları çok şeyleri vardı. Gülistan utanıyor, Cemal düşüncelerini ifade edemiyordu.
Bahçe kayalıklarına seyri doyulmaz harika bir kızıllık veren akşam güneşi batmak üzereydi. Gülistan’ı kaybetme korkusu yeniden beyninde canlanmış, yüreği yangın yerine dönmüştü. Cemal’in yüreği yanıyordu.
Başka zamanlar olsa, kaybolan bir kuzuyu bulmak için uzun mesafeler kat eder, dağları dereleri aşar, tepeleri tırmanır, ne yapar ne eder kuzuları bulmadan köye dönmezdi. Yazı yabandan, kurttan kuştan korkusu yoktu. Doğada insanı etkileyen öyle şeyler vardı ki, bazen hayatın yüksek noktasına varır, cesareti artardı. Ama söz konusu Gülistan olunca eli ayağı birbirine dolanır, dili damağı kurur, konuşacak söz bulamazdı, yüzüne bakmaktan başka. Cemal, sevdiğinin elini tutmak istemişti, içi kıpır kıpırdı.
“Gülistan!” dedi, elini ona uzattı, bekledi. Gülistan bu sesin içindeki arzuyu anlamıştı. Kısa bir tereddüt geçirdi, başını kaldırmadan avuç içi kınalı bir el uzandı Cemal’den yana. İnce uzun parmaklarının boğum yerleri ak aktı. Yayla dönüşü Zozan’ın nişan düğününde eline yakmıştı kınayı. Bu güzel ele ancak bu kadar güzel kına yakışırdı. Cemal uzatılan eli incitmekten korkar gibi usulden tuttu. İlk defa tutmuştu elini, Gülistan’ın. İki avuç değil, iki kızgın tandır yandı sanki. Cemal’in tuttuğu kınalı el bir ateş parçası haline gelmiş, yakmıştı çelimsiz bedenini.
Gülistan elini ani bir hareketle Cemal’in avucundan çekip kurtardı, utancından kızaran yüzünü yere indirdi. Al yanakları, geniş ak alnı, uzun boynu, hatta kulakları kızarmıştı. Bütün bedenini ılık tatlı, adını bilemediği bir duygu sarmıştı.
Cemal yaptığı hatayı nasıl tamir edeceğini bilmiyordu, çünkü Gülistan’ın yüzüne bir endişe çökmüştü. Böyle bir hatadan hangi genç kız alınmazdı ki. Gülistan endişeli gözlerle Cemale baktı, sarı hırkasına sımsıkı sarıldı.
“Gülistan, can Gülistan..” diyebildi ancak.
Cemal uzun süre ayakta duran Gülistan’a bakarken, ne düşündüğü belli olmayan bir duyguya kapıldı. Durduğu yerin az ilerisinde büyükçe bir taş vardı, alt yanları yeşilimsi yosun bağlamıştı. Yolunu şaşırmış küçük bir kertenkele taşın üzerinden meraklı gözlerle etrafa baktı, ani bir hareketle kayboldu. Gülistan hemen gitmesin diye o taşın üzerine oturması için ısrar etti, kendisi de karşısında diz üstü çöktü. Derinden öyle bir ah çekti ki, yüreği yerinden sökülmüştü, sanki.
Cemal, damın arkasında sabahladığı o geceden beri yemeden içmeden kesilmiş, yüzü sararmış solmuş, bir deri bir kemik kalmıştı. Günlerdir baktığı her canlıda Gülistan’ın hayalini görmüş, derdini hiçbir insanoğluna açmamış, uykusuz geceler geçirmişti. Sevda yolunda çektiği acılar yetmezmiş gibi şimdi de başka endişeler taşıyordu.
Yüreğinde olması gereken sevgiye yer vermişti. Gülistan’ın sevdası ruhunu esir almıştı. Duygularını her gün kuzularıyla paylaşmış, hür dağlara özgürce haykırmıştı. Bazen bir ağacın serin gölgesinde uzanırken, bazen bir kayanın ya da bir tepenin sivrisinde otururken, bazen de kurumuş bir derenin yatağında gezinirken gözyaşlarını yüreğine akıtmıştı. Üzerinden geçen turna katarlarına seslenmiş, kurda kuşa, börtü böceğe dert yanmıştı.
Gülistan, Cemal’in melül bakışlarından, boynunu büküp duruşundan anlamıştı, kederli olduğunu. Yüzüne fazla bakamadı, yine yanaklarına bir allık oturmuştu. Cemal endişelerini bir yana bırakarak nihayet duygu deryasından uyandı.
“Gülistan!” dedi. Durdu yüzüne baktı, sesinde acı bir sitem vardı.
“Gülistan, o gece seni çok bekledim, ama gelmedin. Damın etrafında sabırsızlıkla dolandım, gelmedin. Yatsı namazı bitti, cami cemaati dağıldı, Kirli Ahmet dahi herkes evine gitti, sen gelmedin. Evlerin küçük cam pencerelerinden lamba ışıkları söndü, kurdu kuşu, börtü böceği yuvalarına çekildi, sen yine gelmedin. Gırhesin taraflarından çobanların sesleri geceye yankılandı, başıboş dolaşan Abdo’nun topal atı köyün sokaklarından geldi geçti, sen gelmedin. Bir ben kaldım damın arkasında yolunu gözlerken uyanık, bir de sokaklarda dolanan Bazın’la Hüseyin’in Belan’ı. Gökyüzünde bulutlar bir açıldı, bir kapandı, yıkık viraneden puğu kuşunun sesi kesildi, sen gelmedin. Sahur horozları öttü, Kolibaba tepesi kızardı, Mele Zeki sabah ezanını okudu, sen yine gelmedin. Şimdi söyle bana Gülistan, sen o gece niye gelmedin?”
Kendine inanamadı Cemal, nihayet konuşmuştu. Daha çok konuşacaktı, bir kere açılmıştı, ama temiz sevdasının hatırına sustu. Gülistan, cevap vermeden gözlerini yere dikmiş, suskun durmuştu. Cemal, onun gözlerinde bir masumiyet ifadesi sezinlemiş, sessiz kalmasından kuşkulanmıştı.
Gülistan konuşmuyordu, Cemal sordu.
“Gülistan!” dedi. “Geçenlerde hani değirmen yokuşunda konuşmuştuk ya! Sana söylediklerimi düşündün mü?”
Gülistan yine cevap vermedi. Cemal’in aklı bulanmış, sağlıklı düşünemez olmuştu.
“Bak Gülistan! Geleceğim senin elindedir.” Gülistan ses vermedi.
“Eğer cesur değilsen…” Oysa cesur olmayan kendisiydi, saçmalıklarına devam etti.
“Eğer hayatımın hakkını vermeyeceksen, sevmeyi deneme artık.”
Cemal duygularına sahip değildi, İşte şimdi de saçmalamaya başlamıştı. Konuşmalarına bir anlam veremeden sadece yüzüne hayretle bakmakla yetinmişti, Gülistan.
Cemal, Gülistan’ın buraya geliş sebebini bilmiyordu. Teknesine sığmayan hamur gibi kabaran duygularının farkında değildi. O gece neden gelmediğinin sebebini de bilmiyordu. Yine de saçmalıklarına devam etti, sağlıklı düşünemiyordu, artık.
“Daha önce de sana söylemiştim, Gülistan. Ben kuzu çobanı öksüz Cemal’im. Babamdan bizlere mal, mülk kalmadı. İki parça kıraç tarlamız var, sürmek için öküz, ekilmesi için tohum bulamıyoruz. Ne yapalım, fakirliğin gözü kör olsun demekle de kör olmuyor işte.” Cemal duygusallığını bir kenara bırakmış, şimdi de her şeye isyan eder olmuştu.
“Düşündüm, kararımı verdim. Seni bir daha Allah’ın izniyle isteyeceğim. Hacı Kadir amcamı babana göndereceğim, sabrım kalmadı artık.” Durdu, gözlerini Gülistan’dan kaçırarak şakayla karışık:
“Bakalım baban bir çoban parçasına kız verecek mi?” derken sinsi bir sırıtmayla Gülistan’dan yana baktı.
“Gerçi sizin durumlarınız da bizden farklı değil, ama..” Amanın sonunu getiremedi, amacı Gülistan’ı sinirlendirmek.
“Ne de olsa senin gibi güzele saraylar yakışır, o da bende yok.” Yine sinsice sırıttı, Gülistan ilk defa sözüne karşılık verdi, yüzü asık sesi sitemliydi.
“Kim saray istemiş, sanki.!”
Cemal’in neşesi yerine gelmişti, itçesine gülümsedi.
“Söz gelimi dedim Gülistan, söz gelimi. Diyorum ki, hani baban…” diyesi gelmiyordu. “Olur ya, baban hayır derse, yani bana vermezse seni…” Kelimeler Cemal’in boğazında düğümlenmişti, konuşamıyordu.
“Babam vermekten yana, anam razı olmuyor.”
“O zaman diyorum, benimle… Kaçar mısın Gülistan, ha kaçar mısın?” Zor da olsa kaç zamandan beri düşündüklerini nihayet dile getirmişti.
Başını yerden kaldırdı Gülistan, kendinden emin, ela gözlerini Cemal’in gözlerine dikti, göz bebekleri oynuyordu. İki bakış değil, sanki iki hançer saplanmıştı Cemal’in yüreğine. Hiçbir şey söylemeden usulden yerinden kalktı.
Dere kenarında oynayan çocuklar, harman öküzlerinin ağır ve kısa adımlarıyla yokuşu çıkıyorlardı. Gülistan, akşama doğru çocukların arkasından köyün yolunu tutunca hafif turuncuya kaçan gökyüzünün renkleri tarif edilemez güzellikteydi.
..........................................