5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
772
Okunma
HAYATTAN DERSLER
( Serap IRKÖRÜCÜ Öğretmenimizin 16 Temmuz 2020 Perşembe güne gelen “SAMİMİYETİN SINIRI” başlıklı yazsına destek amaçlı…)
Öğretmenim;
Arzunuz üzerine yakın yaşanmışlıklardan yola çıkarak başarabileceğim kadarı ile Samimiyetin Sınırlarını değişik örneklerle ifade etmeye çalışacağım, inşallah...
Toplumu ilgilendiren sosyal içerikli konuları işlemek ve aynı amaçla yazılan makaleleri, denemeleri, hikaye ve romanları okumaktan zevk aldığım gibi yazmayı da severim. Kimse alınmasın, yaşamı boyunca zor hayat şartları içinde yoğrulmamış bazı kalemlerin tarzları beni hiç mi, hiç tatmin etmiyor. Nedense yağı tuzu atılmamış yavan yemekleri sadece ben değil hiç kimse beğenerek yemez.
Kuşağımıza ne ad verilir – onu değerli yazarımız “dünyevi” beye havale edeceğim, sanırım bizlere bir kuşak adını bulur – bilmem. Bildiğim tek şey kuşağımız (Elli – Yetmiş yaş arası) yaşadığı yıllar itibariyle ihtilaller, ülkenin iç siyaseti dediğimiz sağ sol meseleleri ile geçen, zorbalıkların hat safhaya ulaştığı, karakollarda işkencelerin normal karşılandığı, ürünlerin yerine kıtlıkların bol olduğu dönemlerde ayağını yorganına uzatmasını bilen, işlerinde idealist, önce kendine dürüst, topluma karşı saygılı olan bir kuşak…
Samimiyetin Sınırı; kişiden kişiye, toplumdan topluma, inançtan inanca göre değişir tabi ki. Dürüstlük, güzel ahlak, gerçeklere çıplak gözle bakmak ve inançları içeren konularda samimiyet sınırı aranmamalıdır. İçten gelen sevginin dışında;
“Bana şu kadar dürüstlük yeterdir, benim ahlakım bu kadar olsa da olur ya da ben Allah’a şu dereceye kadar inanıyorum yeterdir” diye bilir miyiz? Asla… Ancak inanan inanır, inanmayan inanmaz, zorlama yoktur. Bu tür konularda bana göre samimiyet sınırsız olmalıdır. Diğer yönden;
“Amaaan sen de; şu gördüğün adam var ya, sahtekarın ta kendisidir.”
“Neden?” dersen,
“Kendi çıkarından başka düşündüğü kimseler yoktur, insanlar mı zehirlenmiş, komşusu mu çaresiz kalmış umurunda bile olmaz. Bakma sen bazılarının, ‘Vatan - Bayrak - Sakarya’ muhabbeti söylemleriyle neler yaptığını bilir misiniz? Şu gördüğün yonca bağı gibi göğsüne dökülen sofu sakallı var ya, menfaatperestlik için girmediği boya küpü kalmamış. Hele şu çağdaş görünümlüyü görüyor musunuz, Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün adının arkasına saklanarak yaptıklarının haddi hesabı yoktur.”
İşte, tam da bu tip insanlar için acilen samimiyet sınırı konulmalıdır.
Hani anne –babalar vardır çocuklarını kıskanmayan, heybesindeki ürünlerin tümünü küçük dostlarıyla paylaşmak isteyen öğretmenler vardır; bilirsiniz, Öğrencilerini asla kıskanmayan… Sınıfta ders anlatırken konuyu hikayeciklerle süslediği zaman öğrencinin dikkatini çeker ve öğrenme arzuları daha çok artar. Bizde konumuzu hikaye yoluyla anlatalım istedik.
Samimiyet sınırlarını iki bölüme ayırmak istedim, biri sınırsız bir samimiyet, diğeri kesinlikle sınır olması gereken samimiyetlerdir. İkisinden birer örnek vererek konuyu genişleterek işleyelim.
Gençlik çağına yeni adım atmıştım; atılgan ve hızlıydım… Gerek ailemden ve gerekse Yatılı okullarda öğretilen güzel ahlakımı geliştirmeye çalışıyordum... Okuma arzusuyla, bir hem cinsime aşık olmuş gibi yanıp tutuşurken, bir yandan da yaz tatillerinde evimize döndükten sonra; köy yeridir, iş güç çok... Adil Dayının otunu tırmık eder, Salih Amcamın tarlasında ırgatlarla hasat işler, harman vaktinde dövenden boşalan öküzleri otlatmaya götürürken komşularımızın da öküzlerini Murat Nehrinin bulanık akan sularında yüzmelerini sağlar ve otlatmaya bırakırdım. Sonra yaşlı söğütlerin gölgeliklerinde oturup roman, hikâye ne bulursam okumaya çalışırken geçen zamanın farkında olmazdım bile. Fatma yengemin kuzularının peşinden koşarken elimden kitap düşmezdi, tabi okumak için bulabildiğim kadarıyla... Okumadığım gün karnım acıktığı gibi beynim de acıkıyordu; ilk o zamanlar fark etmiştim, beynimin acıktığını. Bir keresinde uzun süre okuyacak kitap bulamamıştım, köy yerinde... Şehre giden birisine para vererek kitapçılara uğrayıp bir roman getirmesini istemiştim. "Huzur Sokağı " adlı bir roman getirmişti okuma yazma bilmeyen komşumuz. Yavrusunu kaybettikten sonra günler sonra bulan bir annenin özlemiyle kitaba sarıldım. Henüz orta ikiyi bitirmiştim, gençliğe adım atmıştım artık... Kuşluk vaktiydi hiç unutmam, evimizin arkasındaki mezarlık duvarına sırtımı vererek aç kurtlar misali kitaba saldırarak okumaya başladım. Evimizin işlerini, köy çeşmesinin kıyısında durarak bir elinde üzerinde eski kadın artistlerin resimleri olan cep aynası diğer elinde naylon bir tarakla saçlarını tararken kızlara işmar ederek kendini beğendirmeye çalışan yeni yetme akranlarımı, kahvaltı yapmadığım için karnımın açlığını, kafama çöken güneşi unutmuştum. 430 sayfalık ( Halen kitaplığımda mevcuttur) kitap bittiğinde ikindi ezanı okunuyordu, yerimden hiç kalkmadan güneşin altında tam altı saatte okuyup bitirmiştim. Ve bitirdiğime bin pişman olmuştum, çünkü yarın okuyacak kitabım yine yoktu...
Kitap okuma konusunda ömrüm boyunca asla seçici olmadım, her fikirden yazarların ideolojilerine bağlı kalmadan elime geçen her tür kitabı okumaya çalıştım, halen de okumaya çalışıyorum.
Demek istediğim, bazen susamışlık sınır tanımıyor, işte... Şimdi diyeceksiniz ki kitap okuma ile konumuz arasında nasıl bir bağlantı vardır, haklı olarak?
Bana okuma zevkini tattıran bir sevgiliden öte kitaplarım ile aramda asla bir sınır olmadı. Yaşamlarımızda samimiyet sınırı olmayan öyle şeyler vardır ki, anlatmaya gücüm yetmiyor.
Meğerse rahmetli babam beni izliyormuş, nede olsa okulu olmayan köyünde Van Alpaslan Öğretmen okulunun sınavlarını kazanarak okuyan tek kişi Mehmet oğlu olmuştu... Yanıma gelip oturdu.
"Ne okuyorsun, ders mi? dedi, babam hem Türkçe konuşmasını, hem de okuma yazma bilmiyordu.
"Okul dersi değil baba, hayat dersidir." dedim.
"Nasıl yani öyle bir dersiniz var mıydı? Bana Türkçe, Matematik, Tarih demiştin, diğer derslerin adlarını hatırlamadım."
"Hayır, baba hayat dersi herkesin her yerde öğreneceği bir derstir, yani şu anda seninle hayat dersini işliyoruz." demiştim.
"Haaa… anladım, Hayat dersi... O zaman Hayat dersinden sana bir örnek vermemi ister misin, oğlum?"
"Evet, baba hem de memnuniyetle."
Ergenliğe yeni adım attığım, çocukluktan sıyrıldığım yaşlarda babadan dinlediğim hikâyeyi çoğunuz kendi yörelerinde değişik şekillerde de olsa duymuşsunuz, sanırım.
"Dinle, o zaman." Başladı anlatmaya babam.
“Zamanın birinde zengin mi zengin namına paşa mı diyeyim, kral mı diyeyim yoksa ağa mı diyeyim bilmiyorum. Çevresinde bilinip tanınan, kendisine saygı duyulan, sofrası her daim yerden kalkmayan, sözü dinlenir ileri gelen adam; har vurup harman savuran, ele avuca sığmayan tek oğlunu bir gün yanına çağırır.
“Oğlum.” Der. Oğlu şımarıkça;
“Buyur baba…”
“Sana bir nasihatte bulunacağım, civarımızı bilirsin değil mi?.”
“Bilmez miyim…? Tabi ki bilirim, ne olmuş?”
“Demem o ki, her köyde bir evin olsun, gün gelir lazım olur.” Diye nasihatte bulunmuş, adamcağız.
“Tamam, istediğin ev olsun, o kolaydır.” Çıkıp gitmiş oğlan.
Baba zengindir; mal mülk, para pul o biçim… Delikanlının yanından eksik olmayan arkadaş sürüsüyle nerede sabah orada akşam misali, babanın parasını harcamakla meşgul iken yoldaşlarını etrafında toplayarak;
“Hazırlanın yarın gidiyoruz…”
“Nereye, Şehzadem?”
“Köylere çıkıp ev yapacağız.” Arkadaşları bir şey anlamamışlar, ama itiraz eden de olmamış. Ertesi gün köylere çıkmışlar. Para çok, ustalar getirmişler her köye ayrı bir ev yapmaya başlamışlar. Bir ay içinde yirmi köyde yirmi ev yaptıktan sonra delikanlı babasının yanını dönmüş.
“Babacığım evler tamam, yirmi köyde yirmi ev yaptım.”
“Oğlum…” demiş adam, “Ömrüm boyunca ancak bir buçuk ev yapabildim, nasıl oldu da bir ay içinde yirmi köyde yirmi ev yaptın, doğrusu aklım almadı?”
“Babacığım, çokça usta getirdik, kısa bir sürede evleri bitirdik.”
“Akıllı oğlum benim, her köyde bir evin olsun derken taşla ve toprakla ev yap anlamında değildi. Her köyde bir dostun olsun demek istemiştim.”
“O kolaydır, babacığım. Her köyde bir dostum vardır zaten.”
“İyi madem, gel dostlarımızı bir deneyelim, bakalım yardımımıza kimler koşacak.”
Bir koyunu kesip derisini yüzdükten sonra beyaz bir beze sararak ahırın bir köşesine gömerler. “Adam öldürdük” diye etrafa haber yayarlar. Baba;
“Haydi, oğlum, şu dostlarını çağır da bakalım yardımına kimler gelecek.” Köylerde ki dostlara haber gönderilir, ama gelen kimse olmaz.
“Ömrüm boyunca ancak bir buçuk dostum olmuştu, demiştim. Şimdi onlara haber salalım, bakalım gelecekler mi?”
Haber gönderilir, adamın yarım olan dostu koşarak yolu yarıladıktan sonra durur;
“Ben gidip ne yapabilirim ki…” deyip geri döner. Dost olan haberi duyar duymaz koşarak yanlarına varır,
“Durun… durun…. O cinayeti ben işledim, adamı ben öldürdüm, dostumu yakalamayın, beni yakalayın…” deyip ortalığı velveleye verir. Zengin adam;
“Aslında ortada bir cinayet yoktur, oğlumla sadece dostlarımızı denedik. Gördün mü oğlum…” der adam, “işte kara gün dostu denilen budur, kulaklarına küpe olsun.”
Samimiyetin sınırı burada biter, menfaatler üzerine kurulan dostlukların samimiyeti olmaz, sınır kaçınılmazdır.
18 TEMMUZ 2020
Mehmet AKIN