6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1016
Okunma

Nihayet çantaları sırtımıza alıp yola koyulduk.
Dört kişiydik. Ben, Hikmet Ağabeyim, yeğenim Yavuz ve oğlum Serkan.
Tam da öğle sıcağına kalmıştık, yapacak başka bir şey yoktu artık. Bize sadece yürümek kaldı. Tabii Serkan’ın arada; "Eee ben size demiştim" demesi de cabası. Haklıydı aslında, sabah çok erken toparlanmalıydık... Lâkin o da mümkün olmadı.
En son üç yıl önce giydiğim eşyalarımı yine geçirdim sırtıma. Hele botlarımı giyince " İşte şimdi tam oldu" diyordum. Çok özlemiştim dağlarda yürümeyi. Uludağ’ın başka bir özelliği daha vardı. O benim İlk göz ağrımdı. İlk onunla yaşadım dağcılık duygularını. Zirvesinde çok kısa bir zaman hissettiklerim hayat boyu hiç aklımdan çıkmadı. Zaten aşinalığımız daha ilk kendimi bildiğim zamanlar başlamıştır. Öyle hep o dağ durdu karşımda, hep ona baktım. Bir fotoğraf hiç eksik olmadı benim gözlerimde. Hep o dağ durdu karşımda.
Öyledir bizim güzel Uludağ’ımız. En son çıktığımızda aylardan temmuzdu. Nihayet yine ona gidiyorduk. Yine ona. Bir sevgili çağırırsa gitmek yaraşır. Uludağ da tıpkı bir sevgiliydi bizim için.
Volfram madenine gelene dek. Çok sıcaktı, esinti vardı bereket. Orada ilk molamızı verdiğimizde epeyce de acıkmıştık. Bir su sesi, kalın bir borudan depoya akıyordu. Kimbilir kim araklamış dağın o buz gibi suyunu. (Araklamayan mı kalmış zaten) Tahtalar vardı üzerinde, ağabeyim kaldırdı onları ve uzanıp o harika dağ suyunu doldurdu şişelerimize. Kana kana içtik.
Daha sonra Volfram’ın harebe binalarına öyle bir göz atıp yine iç geçirdik. O sessizlik, öyle neler anlatıyordu. Bir zamanlar ne kadar çok insan burada çalışıyordu. Buraları ne kadar hareketli bir yerdi. İnsan düşünmeden edemiyor.
Fakat asıl beni düşündüren dikleşmeye başlayan yolumuzdu. Zorlu bir tırmanış bizi bekliyordu. Epeyce de ağırdı çantalarımız. Yeğenim Yavuz’un geçirdiği bir ameliyat sebebiyle sırtında yük taşıması yasaktı. Ona küçücük bir çanta yaptık, ağır eşyaları biz paylaştık. Ağabeyim de midesinden bir rahatsızlık geçirdiği için o da çok fazla yükten kaçınmıştı. İki çadırımız vardı, birini Serkan, birini ben aldım. Rotayı biliyorduk. Zor olan bir yer vardı orayı çıktıktan sonrası kolay sayılır. Çok da fazla zorlanmadan yavaş yavaş dinlene dinlene çıktık.
Dağlarda şarkı söylemeyi o kadar özlemişim ki. İlk dağa çıktığımda ilk bu şarkıyı söyleyeceğim dediğim Fikrimin ince gülünü söylemeye başladım. Bizim fabrikada dokuma tezgahları çok gürültülü olduğundan sanki ben o dağlardaymışım gibi hissederek söylerim şarkıları. Fakat o dağlarda şarkı söylemek bir başka güzel. O duygu inanılmaz bir şey. Sesiniz yayılır uçurumlara, şâhikalara.
"Fikrimin ince gülü, gönlümün şen bülbülü... O gün ki gördüm seni, yaktın ah yaktın beni."
Bir şarkı daha vardı öyle söylemeye doyamadığım. Bunlar son zamanlarda öyle dilimden düşürmediğim şarkılardı.
"Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar. Sevgilim sen olmasan, yaşamak neye yarar."
Necip Fazıl söyle demiş; " Şehirde cücesin, dev olmak istiyorsan, git dağlarda şarkı söyle… "
Üstadım ne güzel söylemiş. Tabii onu en iyi anlayanlardan biri de belki ben olmuşumdur.
Şarkılar söylediğim öyle güzel dağlar oldu ki; yücelerinde özgürlük duygularına ve mânâya dalmışımdır.
Ey karşımda duran yüce dağ!
Senin yüceliğini kutsuyorum
Gökyüzü şahidim olsun ki
Kendi yüceliğimi de kutsuyorum
Ağrı Dağı’nın zirvesine ulaştığımda kendimi Zerre olarak gördüm. Sadece bir zerre.
Dağların zirvelerine çıkanlar kendini yüce hisseder. Oradan insana en alçak gönüllülükle bakarlar. Dağcı o dağın yüce duruşuna ve bir de kendinin o küçücük oluşuna bakar ve o yücelerde dağcı için bir Allah vardır, bir de o dağ.
Gücü öyle azalır ki, artık adım atacak hâli kalmaz ama tırmanış daha bitmemiştir ve bir pınardan öyle buz gibi su içer ve "Yaradan’ım sana şükürler olsun" diyerek yeniden yükseklere çevirir başını.
Orada özgürlüğünü yaşar. Orada mânâyı iliklerine kadar hisseder. Yalnızlığına sarılır. İçindeki zirveye biraz daha yaklaşmıştır. Biraz daha insan olmanın, biraz daha erdemin, biraz daha onurun ne oldugunu yaşar derinlerinde.
Şarkılarım bittiğinde bu duyguların tortusu birikti içime. Öyle yerleşiverdi o kısacık zamanda benliğime.
O zor olan % 70 lik tepeyi nihayet çıkmıştık.
Keşiştepe’ deydik. Karşıda Keşişin evi ve biz orada güneşin sunduğu o şölene katıldık. Üzerlerimizi çıkardık. Yarım saat kadar orada dinlendik. Ve donbay çukuru deniyor sanıyorum, orada oluyor en güzel yankı. En can olduğumuz sevdiklerimizin adını birer birer haykırdık.
" Ben dağa bağırdım. Dağ bana. Sorduk birbirimize : Orda kimse yok mu? "
Keşiştepe’de Keşişin hayâli yine dolandı sanki etrafımızda. Uzamış saçı sakalı. Uzun pelerini savruluyordu rüzgârda. Yine elinde asasıyla bizi selamladı. Bir şiiri vardır Nazım Hikmet’in. Yıllar önceydi okuduğumda çok etkilenmistim.
"Yedi yıldır Uludağla göz göze bakışıp dururuz
Ne o kımıldar yerinden,
ne de ben,
lâkin birbirimizi yakından tanırız."
Bursa cezaevinde yatarken öyle yazmış üstad. Bir de bir resmini çizmiş
Bende bir dergide durur öyle.
"ve orda,
en yukarda,
en tepede oturan keşiş,
uzun sakalı darmadağın ve etekleri savrularak,
rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya."
Böyle devam eder bu güzel şiiri ’Uludağ’a Dair’
Oradan öyle yolumuza devam ettik . Ve daha sonra yine patikaları takip ederek başladık yürümeye. Arada fotoğraflar çekiyorduk. Bir kelebek çıktı karşımıza, ne güzel takip ettik, hiç kaçmadı da, nakış gibi işlenmiş tülden kanatlarıyla kondu bir çiçeğin kalbine.
Sağ olsun Yeğenim Yavuz çok güzel pozlar yakaladı. Fotoğrafçımız oydu bu sene dağda. Kendisi amatör fotografçı. İnsanın böyle hobisi olması ne güzel. Kendisine bir kez daha burada teşekkür ediyorum.
Neşe içinde… Gülüş cümbüş yürüdük, o kadar zevkli bir trekking oldu ki, ağabeyimin o coşku dolu anlattıkları. O kadar pozitif bir insan daha görmedim hayatımda. Altı yaş fark var aramızda. Ağabeyim diye söylemiyorum. Süper bir insan. Hayat dolu. Onun ne anlattıkları biter, ne de onun yanında insanın canı sıkılır. Canım benim. Ahhh ne güzel yıllar, bizim o birlikteliğimiz hep böyle güzel devam etti. İnsallah böyle de devam edecek. Ömrümüz oldukca, bakalım daha hangi dağlarda birlike olacağız.
Yine şarkılar söyleyeceğiz. Ağabeyim gerçek bir ses sanatçısı kadar sesine hakim. Hele rahmetli Barış Manço ’nun şarkılarını bir başka söyler. "Gül Pembe" yi söylediğinde ağlayacak kadar hüzünlendirir beni. Son zamanlarda Musa Eroğlu türkülerinden de öyle yanık yanık bir söyler ki, hepimizi mest eder.
Nihayet kamp kuracağımız Kilimli Gölü’nü tepeden görmüştük. Ve Karatepe( Zirve) de karşımızdaydı. Biz gölün en güzel yerine kampımızı kurduk. Epey de insanlar vardı. Jeeplerle, traktörlerle gelmişler. Bizim gibi dağcılar olsa da, daha çok hafta sonu bu doğa harikası bölgeye araçlarla da gelmişler. Kirlilik arttığı için doğa ve çevre kuruluşları bu yolların kapanması için ugraşıyor imza kampanyaları başlatıyorlarmış. Ben de şahsen araçların oraya çıkmasına karşıyım. Tam bir piknik alanı görünümündeydi. Panayır yeri havası vardı.
O bakir görünümünü kaybetmiş göller bölgesi.
Biz çadırlarımızı kurduğumuzdan kısa bir zaman sonra dört kişi daha bizim gibi sırt çantalarıyla yanımıza geldiler. Onlar hemen yanımıza çadırlarını kurdular. Orada öyle buz gibi akan pınarın yanındaydık. Uludağ’ın tadını çıkarmaya başlamıştık. O tertemiz havası. Güneşin üzerimizde dansı yavaş yavaş sona ererken akşamın o serinliği başladı. Çantalarımızdan gece için kazak ve ceketlerimizi çıkardık. Çok soğuk değildi ve o gece meteor sağanağı vardı. Yıldızların şöleniydi.
Karanlık çöktüğünde dağcı ateşimizi yakmıştık bile. Birkaç yerde bizden de daha büyük ateşler yanmaya başladı. Ve derken ağabeyimle ben başladık şarkılar söylemeye. Biz sanki Uludağ’a konser vermek için gelmiş gibiydik. Bir ağabeyim, bir ben. Tabii etraftan millet "Ya ne oluyor kim bunlar böyle" demeye başlamışlardı kesin. Her şarkı bitiminde alkışlar duyuluyordu gölün etrafından. Herkesin hoşuna gitmişti. Tabii bu bizi biraz daha coşturdu. Sonra yanımıza gelip "Ne güzel söylüyorsunuz" diye bize sevgi gösterisinde bulunanlar da oldu. Bu ertesi gün de devam etti. Hatta bir delikanlı " Resimdeki Göz Yaşları " Cem Karaca’nın o şarkısını söylemediniz ama söyledikleriniz hepsi çok güzeldi. Bir de dağda olduğundan mı nedir çok güzel geliyordu sesiniz. " diyordu. Diğer arkadaşlarımız da bize eşlik ettiler ve gece öyle devam etti.
Gecenin o güzelliği... Meteor sağanağı.... Ve şarkılar.... Gece yarısı tepelerden dağcılar inmeye başladılar. Ateş böcekleri gibiydiler karanlığın içinden başlarında fenerler öyle on beş kişi kadardı geliverdiler. Daha sonra otuz kişi kadar daha, DOĞADER diye bir doğa grubuymuş, çadır da kurmadı bazıları serildiler öyle. Uyku tulumlarına gömülüp uyudular yıldızların altında.
O gece saat üç sıraları elinde bir büyük fenerle zirvede birileri tam da en zor yerden iniş yapmışlar. Yeğenim anlatıyordu sabah kahvaltıda.
Ertesi gün Zirve için kamp bölgemizden ayrıldık . Yanımızdaki arkadaşlarımızla birlikte Buzul Göl’ de fotograflar çekildik ve yolumuza devam ettik .
Kara Göl tüm güzelliğiye uyuyordu adeta. Oraya inmedik. Aynalı Gölü’ne de yalnız başına Hikmet ağabeyim indi. Biz onu beklemedik zirveye doğru tırmandık. Zirvenin altında çoban köpeği Serkan’ın üzerine öyle bir geldi ki ben hemen Serkan’a bağırdım; " Sakın hareket etme... Öyle dur " köpek havlıyordu, hakikaten çok korkunç bir köpekti. Onlar öyle sürüyü koruyorlar. Çoban da ortalarda yoktu. Ben Serkan’ın yanına geldim ve köpek uzaklaştı.
Rüzgâr epey sert esiyordu zirveye vardığımızda, yine o güzelliği bir kez daha yaşadık. Bu sefer Serkan da yanımızdaydı . O ilk kez Marmara Bölgesinin en yükseğinde duruyordu. İki bin bir senesi onun ayağının altı kesilmişti o da gelecekti ama o öyle buruk bir şekilde kaldı maalesef gelememişti. Ona Uludağ’ a zirve yapmak ancak bu sene nasip oldu.
Orada olmak ne güzleldi... Yine Bursa’ ya Marmara Bölgesi’nin en yüksek noktası Uludağ’ ın zirvesinden bakmak bir ayrıcalıktı.
Selamını götürmüştüm Uludağ’ımızın; ilk Kaçkarlar’a... Daha sonra Süphan Dağı’na ve Ağrı Dağı’ na... Öyle yazacaktım zirve defterine ama dolmuş defter. Hiçbirimiz yazamadık.
Oradan bir inişimiz vardı, bunu pek anlatmak istemiyorum. Normal bi adam olmadığım iyice ortaya çıkmasın. :-))))
Yıdızlar yıkanırken göllerinde
Yine şarkılar söyleyeceğiz
Pınarlarından buz gibi sular içeceğiz
Koklayacağız doya doya
Çiçeklerini okşayacağız
Güneşinde yanacağız
Soğuğunda üşüyeceğiz
Rüzgarın kanatlarında uçacağız yücelerinden
Bulutlar saçlarımızı tarayacak
Yine sana geleceğiz güzel Uludağ’ım... Yine sana geleceğiz....
Fikret Şimşek /
29/ekim/2007 - ANRAHT