NAMIK KEMAL VE DÜŞÜN DÜNYASI Namık Kemal, 1840 yılında Tekirdağ’da doğdu. Babası sarayın Müneccimbaşısı Mustafa Asım’dı. Onun büyükbabasının babası Sadrazam Topal Osman Paşa, büyükbabası Kaptan-ı Derya Ratip Ahmet Paşa, babası İmrahor Şemsettin Bey’di. Namık Kemal, 8 yaşında iken annesi vefat edince dedesi Abdülatif Paşa’nın yanında büyüdü. 1857’de Babıâli Tercüme Odasında memuriyete girdi. Bu sıralarda Batı kültürünü benimsedi ve Fransızca öğrenmeye başladı. 1861 yılında Şinasi ile tanışmasından bir yıl sonra Tasvir-i Efkâr gazetesinde çevirileri çıkmaya başladı. Şinasi Paris’e gidince gazetenin başyazarı Namık Kemal oldu. Böylece siyasal faaliyetleri de başlamış oldu. Tasvir-i Efkâr’da daha çok toplumsal konulara ve dış siyasete değinen Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa’nın desteği ile gittiği Paris’te Yeni Osmanlılar ile hareket etti. Bir süre sonra Ziya Paşa ile birlikte Londra’da Hürriyet gazetesinin çıkarmaya başladı. Yurt dışında bulduğu özgürlük ortamından yararlanarak temel siyasi düzen sorunlarına el attı. Fransız aydınlanmasının, özellikle Locke ve Rousseau’nun demokratik ve liberal görüşlerini İslamlaştırmaya, başka ifadeyle İslam ve siyaset kuramından bir sentez gerçekleştirmeye çalışıyordu. Osmanlılara siyasal haklar verilmesini ve parlamentolu bir hükümete gidilmesini savunuyordu. Bunun da ’’meşveret’’, yani danışma usulüne göre olmasını istiyordu. Öyle ki, bundan sonra ’’meşveret usulü’’ meşrutiyetin diğer adı olacaktı. Namık Kemal’in siyasî felsefesi iki ana noktada incelenebilir. Öncelikli olarak Kemal’in, Batılı ve İslamî siyaset kavramları arasında amaç, kaynak ve iç tutarlılık bakımından kurduğu bağlantı önemlidir. İkinci olarak da kendinden sonraki kuşakları etkileyecek bir takım siyasi kavramları Türkiye’ye sokmuş olmasıdır. Namık Kemal’in fikirleri, Osmanlı modernleşme sürecinin ve bunun düşünsel boyutunun Tanzimat sonrası dönemde ulaştığı noktayı ifade etmesi açısından önemlidir. Bu ifade ediş aslında bir sentezdir. Özellikle batılı siyaset kavramlarını ve kurumlarını doğulu bir gözle, İslami bir bakış açısıyla süzgeçten geçirmiş ve sistematik bir şekilde düşüncelerini sentezleyerek batı ile doğuyu bir potada eritmeyi başarmıştır. Namık Kemal’in Batılı siyaset kavramları ile İslami gelenek arasında bağ kurarken kullandığı bazı kavramlar ve bu kavramlar üzerinden ulaştığı sentez kendinden sonraki kuşakları etkilemesi açısından önemlidir. Bu açıdan bakıldığında Tanzimat sonrasında ortaya çıkan Namık Kemal ve kuşağı için İslamî siyaset kavramları, Batılılaşma sürecinde göz ardı edilecek değerler değildir. Bu açıdan Namık Kemal Batılılaşırken mümkün olduğunca öze sadık kalma çabasındadır. Çünkü Yeni Osmanlıların Batılılaşmadan algıladıkları şey farklıdır. Onlar Batılı yaşam tarzından ya da gündelik hayatta Batının etkisinden ziyade, Osmanlıdaki yönetim sorununa cevap verecek Batılı siyasal kavramların peşindedirler. Namık Kemal, Osmanlının yönetim sorununa çözüm ararken, öncelikli olarak herkesin sahipleneceği bir "vatan" kavramını yaratmanın gerekliliğine inanmaktaydı. Vatandaşlar ise "vatan"a, ancak "müsavat-ı hukuk" yani eşit haklara sahip olmakla bağlanabilirlerdi. Bu eşitliği en güzel bir biçimde ortaya çıkacağı yer parlamentoydu. Namık Kemal dil, din, ırk ve mezhep farklılıklarına bakmaksızın adına "vatan" denilen ortak bir toprak parçası üzerinde yaşayan tebaanın "Osmanlı" kimliği altında yaşamasını, her unsurun temsil edildiği parlamentoda, "vatan-ı müşterek"in menfaatlerini gözetecek bir sistemin oluşturulmasını amaçlamaktadır. Bu yapının şeriatın icrasına ve devletin devamlılığına hizmet edeceği düşüncesindedir. Namık Kemal’in düşüncesinde şüphesiz temsil müesseselerinin önemli bir payı vardır. Onun "Hürriyet"teki yazıları dikkate alınacak olursa yoğunluğun "meşveret sisteminin" kurulması gerekliliği üzerinde olduğu gözlemlenir. Namık Kemal için hürriyet ilahi bir ihsandır ve ancak "hukuk-u şahsiye" adını verdiği kişi hakları ile "hukuk- u siyasiye" adını verdiği siyasi haklar garanti altına alındığı zaman, ümmetin hürriyetinden söz edilebileceğini savunmaktadır. Siyasi hakları güvence altına alan, kuvvetlerin ayrılığı ilkesidir. Şahsi haklar ise Kemal’in "nizamat-ı esasiye" adını verdiği anayasa ve mahkemeler vasıtasıyla güvence altına alınır. Namık Kemal’de "hürriyet" kavramı sosyal bir olgudur ve kanun fert olarak, devletse cemiyet ve kitle olarak hürriyetin koruyucusu konumundadır. Bunlara dokunulduğunda fertlerin mücadele hakkı doğmaktadır. Sosyal bir hürriyet kavramından yola çıkan Namık Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle Türkiye’de insan hakları bayrağını ilk kaldıran insan olmuştur. Ve yine Tanpınar, Namık Kemal’in devletle başlayan yenilik hareketlerini halk kitleleri arasına yayan ve ileriki nesillerde vatan, hürriyet, meşrutiyet ve demokrasi gibi kavramların oluşmasına öncülük eden en önemli figürdür. "Hürriyet", "insan iradesi", "vatan", "terakki" gibi kavramlar Namık Kemal’in uğrunda mücadele ettiği en önemli kavramlardır. O, kendinden önce, kendi nesli içinde ve kendinden sonra başka hiçbir Türk aydınının gösteremediği cesaretle bu değerler üzerinden bir sosyal ülkü kurmuş yegâne Türk aydını ve edebiyatçısıdır. Onun yaktığı bu kıvılcımlar daha sonraları cemiyetleşen ve kitle hareketine dönüşen siyasi oluşumlarla büyük bir alev topu şeklini alacaktır. Ortaya koyduğu sistematik idealler kendinden sonraki nesiller tarafından uygulamaya konulacaktır. Açtığı bu aydınlık yol, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapı taşlarını oluşturan temel kavramlar haline gelecektir. ZİYA PAŞA VE POLİTİK ELEŞTİRİ GELENEĞİ Tanzimat edebiyatımızın en önemli yazar ve şairlerinden biri olan Ziya Paşa’nın asıl adı Abdülhamit Ziyaeddin’dir. 1829’da İstanbul’da doğan şair, Beyazıt Lisesi’ni bitirdikten sonra özel derslerle Arapça ve Farsça eğitimi almıştır. Bir süre "Sadaret Mektub-ı Kalemi"nde çalışan şair, 1855’te Mustafa Reşit Paşa aracılığıyla sarayda Mabeyin Kâtipliği’ne atanmıştır. Bu sırada Fransızca öğrenmiştir. Ali Paşa sadrazam olunca saraydan uzaklaştırılmıştır. 1867’de Namık Kemal ile birlikte Londra’ya kaçmıştır. Burada birlikte "Yeni Osmanlı"ların yayın organı olan "Hürriyet Gazetesi"ni yayınladılar. 1871’de İstanbul’a dönen Ziya Paşa, 1877’de vezir rütbesiyle önce Suriye Valiliği’ne ardından Adana Valiliği’ne atanmıştır. 17 Mayıs 1880’de Adana’da yaşamını yitirmiştir. Türk edebiyatında hemen her alanda yenilikleri başlatan Şinasi ile aynı nesle mensup olan Ziya Paşa, sanat gücü bakımından Şinasi’nin çok üstünde görünmesine rağmen, 1860’tan sonraki yeni edebiyatın oluşumunda onun kadar etkili olamamıştır. Bunda, Ziya Paşa’nın Nâmık Kemal’le birlikte Avrupa’da bulunduğu sırada, doğrudan doğruya eski edebiyatı sorgulamak üzere kaleme aldığı "Şiir ve İnşâ" adlı makalesi dışında, edebî anlamda yeniliğe açık bir tavrının bulunmaması da büyük ölçüde rol oynamıştır. Hayatta iken daha ziyade "Tercî-i Bend" ve "Terkîb-i Bend" adlı manzumeleriyle şöhret kazanan Ziya Paşa, biraz da yaşadığı devrin şartları dolayısıyla, doğrudan doğruya aklın gücüne inanan Şinasi’nin aksine, insanı, kader karşısında eli kolu bağlı ve iradesiz bir varlık olarak görmüş; ayrıca hayatının sonuna kadar divan şiiri nazım şekillerine ve estetiğine bağlı kalmıştır. Ziya Paşa’nın siyasî ve fikrî muhtevalı makalelerinde yer yer Batılı serbest düşüncenin izlerine de rastlanmaktadır. Avrupa’da yaşadığı sırada özellikle Hürriyet gazetesinde yayımlanan yazılarında dava arkadaşı Nâmık Kemal gibi hak, hukuk, adalet, kanun hakimiyeti ve eşitlik gibi, çoğu Tanzimat Fermanı ile Osmanlı toplumunun gündemini meydana getiren belli başlı meseleler üzerinde durduğu görülür. Rejim konusunda Nâmık Kemal ile Ali Suavi’den pek farklı düşünmeyen Ziya Paşa, sık sık Dört Halife devrini örnek göstermek suretiyle, Osmanlı Devleti yöneticilerinin "Meşveret", yani danışma usulüyle seçilmelerinin İslâmî devlet geleneğinde zaten mevcut olduğunu ileri sürerek, Batılı parlamenter sisteme dinî bir kisve giydirme gayreti içinde görünür. 1871’de, siyasî rakibi Âlî Paşa’nın ölümünü müteakip İstanbul’a dönen Ziya Paşa, Nâmık Kemal’in, siyasî mücadelesini sürdürmek üzere İbret gazetesi etrafında topladığı gruba nedense dahil olmaz. Ziya Paşa’nın siyasî mücadelesinde önemli yeri olan eserlerinden biri Zafernâme, diğeri de Rüyâ’dır. Aynı zamanda Türk hiciv edebiyatının önemli metinlerinden biri kabul edilen Zafernâme ile siyasî tenkidin başarılı ilk örneği kabul edilen diğer Rüyâ’da, onun doğrudan doğruya devrin sadrazamı ve siyasî rakibi Âlî Paşa’yı hedef aldığı görülür. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tabiriyle "Âlî Paşa’yı cenaze namazına kadar takip eden umumi kinde Zafernâme’nin hissesi unutulamaz" Rıza Tevfik, memlekete doğrudan doğruya meşrutî bir rejim getirmek amacıyla kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensubu olarak dört beş yıl Avrupa’da bulunması dolayısıyla Ziya Paşa’nın adının Şinasi, Nâmık Kemal ve Abdülhak Hâmid’le birlikte anılmasının isabetli olmadığını söylese de Ziya Paşa özellikle bir kısım manzumeleriyle yenileşme dönemi Türk şiirinde felsefî düşüncenin ilk tohumlarını atmış olması bakımından ayrı bir önem taşır. Ziya Paşa, Türk toplumunun kendine özgü değerleriyle Batı’daki modern, bilimsel gelişmeleri toplumun kendi potasında eriterek birleştirmek ister. Bunda Ziya Paşa’nın Avrupa’da bulunması ve burada gördüklerinin etkisi vardır. Ziya Paşa, toplumdaki bütün bozuklukların müsebbibi olarak insanları işaret eder. O, toplumdaki bozulmayı bireyin ahlakındaki bozulmayla açılar; kalkınmayı bireysel ahlakın düzelmesine ve zihniyetin değişmesine bağlar. Toplum için gerekli gördüğü fikirlerini, düşüncelerini nesir, nazım olarak ifade etmiştir. Ziya Paşa politik eleştiri, hiciv ve aydın muhalefeti kavramlarını geleneksel dönemden kopararak başka bir şekle büründüren bir aydındır. Onun bu çabaları tarihimizde bundan sonraki dönemde kara mizah denilen siyasi güldürü ve politik eleştiri usulü yazıların öncüsü olmasına sebep olmuştur. Özellikle Zafername ve Rüya adlı eserleri gelecek nesillere ışık tutan eserler olmuş, hürriyet ve vatan mefhumlarını savunan gelecek kuşaklar Ziya Paşa’yı tüm ikilem ve çelişkilerine rağmen Namık Kemal ile birlikte Türk aydınlanmasının öncülerinden saymışlardır. Tanzimat sonrası diğer edebî türlerde olduğu gibi Batılı satire anlayışının izlerini taşıyan çalışmada aynı zamanda geleneksel Osmanlı hiciv anlayışından gelme unsurlara da rastlanır. Gelenekselden ayrıldığı noktada galiz ve müstehcen sözlere yer vermeyen, kişisel kusurlardan çok, devlet idaresine yönelik eleştiriler dile getiren, ancak hasmını olabildiğince hırpalamaktan geri kalmayan Zafername, bu yönüyle Batılı satire türünün başarılı bir örneği olarak kabul edilir. Zafername muhalefet etme biçimi olarak edebiyatın kullanıldığı ancak bunun Tanzimat sonrası gelişmelerle oluşan sürece uygun biçimde yapıldığı bir metindir. Tanzimat hareketinin dikkat çekici bir yönü sınırlı da kamuoyu dönemin tabiriyle efkâr-ı umumiye’nin ülke sorunlarına, toplumsal ve ekonomik gelişmelere duyarlı bir kitlenin doğuşudur. Ziya Paşa’nın gerek Terc’i-i Bend’de gerekse Terkib-i Bend’de devlet işleriyle ilgili olarak görev yapanlara verdiği nasihatler tamamen etik değerlerden ve hukuk anlayışından temel bulmaktadır. Bu durum Yeni Osmanlıların eleştiri oklarını yönelttikleri konular göz önüne alındığında genel bir tavır olarak karşımıza çıkmaktadır. |