5
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
923
Okunma

GÜN OLA DEVRAN DÖNE
Çocukluk günlerinden itibaren başlayan hayat serüvenimiz boyunca olumlu veya olumsuz yaşadıklarımızın tümü zincir halkaları gibi birbirlerine bağlı olduklarını bilmeyeniniz yoktur. Bazı olaylar var ki üzerinden uzun yıllar geçse dahi Allah’ın hikmeti olarak insanın önüne çıkmış olur.
Hiç unutmam… Babamın bindiği kır atın terkisine beni oturtmuşlar, köyümüz Aligedik’ten Muş merkezine gelmek için sabah erkenden yola çıkmıştık. Bulanık akan Murat suyunu geride bıraktıktan sonra güneş tepeye varıncaya kadar yokuş yukarı yol aldık. Dağın tepesine varınca şehir çok uzaklardan sisler içinde hayalet gibi görünüyordu, Muş Ovası ak bulutlar içinde kaybolmuştu. Dağın diğer yanının inişli çıkışlı arazinin taşlı yolunda yürüdük, derelerin kurumuş yataklarından geçtik. Güneş ışıklarını ovanın üzerinden çekmeden Serinova köyünde babamın tanıdığı bir eve misafir olmuştuk.
Ertesi gün yine sabah ezanıyla yola çıktığımız halde, ikindiüstü ancak Muş’a varabilmiştik. Dayımın kapısında indiğimiz zaman biz de, kır atımız da yorulmuştu.
Okul çağım gelmiş, hatta geçmek üzereydi, bütün Handiris köylerinde olduğu gibi Aligedik köyümüzde de henüz okul yapılmamıştı. Rahmetli babam;
“Mutlaka, Mehmet oğlumu okutacağım” deyip çırpınıyordu. 1964 yılında Yavuz Selim İlkokulu eğitime açılanca, beni alıp getirdiler, doğrusu köyde mektepli olacağım diye çok sevinçliydim, bir o kadar da korkuyordum. Yavuz Selim İlkokulu Birinci sınıfına kaydımı yaptıracaklardı. Hem sevinçliydim hem de korkuyordum. Bana öyle anlatmışlardı, dayımın ve komşularının çocukları.
“ Öğretmen seni döver, hem de çok döver.” demişlerdi.Dayımın ortanca oğlu Nakip, beni korkutanların önde geleniydi.
“ Sen Türkçe konuşmasını bilmiyorsun, öğretmen Kürtçe konuşanları çok döver.” Komşularının oğlu:
“ Bunu ilk gün okuldan kovarlar ya da hiç almazlar.”
Korkuyordum… Korkunun ne olduğunu daha ilkokula bile başlamadan karpuz tarlasını beklerken cevap veremediğim için jandarmadan yediğim dayaktan bilirdim. Diğer yandan da okula gitmeyi çok ama çok istiyordum. Yaz boyunca yaylamızın en güzel demlerini yaşarken, bol çayır çimenin, rengarenk çiçeklerin, bin bir sesli kuş cıvıltılarının arasında koşarken, kuş yuvaları, börtü böcekle eğlenirken kurduğum hayallerimde giydiğim siyah önlük üzerine bağladığım beyaz yakalık, çantam, kitaplarım ise bana okul sevincini veriyordu.
Yayla bizim yaylamız ama dünya bizim dünyamız değildi…
Çocuktum ve dil bilmezdim, beni babam getirmişti köyümüzden okuyabilmem için. Kürtçe’den başka dil bilmiyordum. Anlatılanları duyunca çok korkuyordum. Koyunlara ayı saldırdığı gün de çok korkmuştum. Gözümün önünde bir koyunu parçalamıştı, ben hiçbir şey yapamamıştım. Jandarmanın beni dövdüğü gün de bir şey yapamamıştım, korkudan başka. Ömrüm boyunca bu korkular içimde kaldı.
Babam, dayım ve ben okula geldik. Okul yeni açılmıştı, bina çok büyük ve güzeldi, bahçesinde öğrenciler koşup duruyorlardı. İlk defa büyük bir binanın içine giriyordum. Bizim köyün evlerinden çok büyük bir bina, hem de iki katlı. Bizim köyde iki katlı ev hiç yoktur ki.
Geniş salonuna açılan bir sürü derslik kapıları karşılıklı dizilmişlerdi. Kapısı güzel bir odaya girmiştik. Büyük bir masa – Muhtar Şeyhmus’un evindeki bir ayağı kırık tahta masaya hiç benzemiyordu – bir koltuk, küçük bir sehpa, masanın üzerinde başka şeyler de vardı. Ama dikkatim en çok duvarda asılı resme takılmıştı. Saçları sarı, gözleri maviydi. Babamın konuştuğu adamın saçları yoktu, ona hiç benzemiyordu, kim olduğunu bilmiyordum, okulun müdürü sanmıştım. Korktuğum için babama bile soramıyordum. İçimde sadece bir korku ve titreme vardı. Masada oturan adamın – okul müdürü – davranışları, konuşurken yüzünün gerilmesi ürkütmüştü, beni. Türkçe bilmediğim için konuşmalarından hiçbir şey anlamamıştım. Sadece babamın yalvarmalarından okula alınmadığımı anlamıştım. Umutlarım tükenmişti. Bizim köydeki Arafat’ın kel tarlasına benzeyen kafası kızarmış, sinirinden elleri titriyordu, yüz ifadeleri anlaşılmaz bir hal alıyordu. İlk gün beni almadılar, Türkçe bilmediğim için neden alınmadığımı bilmiyordum. Kolumdan tutarak “alın götürün” - sonradan öğrendim – demişti. Beni döveceğini sandım ve korktum. Bedenen çelimsiz kalmıştım, okul çağım çoktan gelmiş, belki geçmişti. Ama yaz boyunca yaylamızın yollarında koşup oynarken hayallerini kurduğum bu okulun talebesi olamayacaktım. Babam çaresiz, az bildiği Türkçesi ile son kez yalvarmıştı, yine olmadı. Bir hafta boyunca her gün babam ve dayılarımla okula gidip geldik, ama Yavuz Selim İlkokulunun öğrencisi olmamıştım.
Biz okul müdürünün odasındayken ilk defa duymuştum zilin sesini, ürkmüştüm. Ve birden bir gürültü koptu, öğrenciler dışarı çıkmışlardı. Çocukların oynayıp bağırmaları siyah önlükler ve beyaz yakalıklar büyülemişti beni. Yaz boyunca kafamdaki tablo gerçek olmuştu, ama ben aralarında yoktum. İçimdeki korku yerini heyecan ve sevince bırakmıştı. Bir an kendimi onların arasına atmak istedim, yapamadım, nutkum durmuştu bağıramadım, ayaklarım tutulmuştu yürüyemedim, çünkü ben buraya ait değildim. Ben okul bahçesinde oynayan çocukları hasretle seyrederken babam bana seslendi:
“Haydi, Mehmet… Çarşıda Atatürk İlkokulu vardır, oraya gidelim, oğlum.”
Dedikleri okulu bilmiyordum, yürüdük. Atatürk İlkokulunun öğrencisi de olamamıştım.
Boynumuzu bükerek, çaresiz kalan insanlar misali köyümüzün yolunu tutmuştuk. O yıl okula gidememiştim. Yaylamızın yolunda oynarken, değirmen yamacında taş yuvarlarken kurduğum hayaller, yaz boyunca kenarından ayrılmadığım Murat’ın bulanık sularında yok olmuştu.
Ertesi yıl Korkut Yatılı Bölge Okulu imdadıma yetişti. Okulu olmayan köylerin çocuklarını yatılıya alıyorlardı. Benimle beraber bizim köyden dokuz kişinin kaydı yapıldı. Ve böylece okul hayatım başlamış oldu.
Dayımın komşusu çocuk doğru söylemişti, beni okula almadılar. Aradan uzun seneler geçtikten sonra Kürtçe konuşmanın yasak olduğunu öğrendim. Dayımın ortanca oğlu Nakip İmam Hatip lisesini bitirdi, komşularının oğlu Nurettin ise ilkokul üçüncü sınıftan sonra okumadı, mahallenin serserisi oldu. Ben ise öğretmen oldum, Türkçe konuşmasını bilmeyen öğrencilere kızmak değil, okullarda öğrendiğim Türkçeyi onlara da öğrettim. Dillerinden dolayı ne kimseyi kınadım, ne de hor gördüm.
Allah’ın hikmetine bakın… Yıllar sonra Yavuz Selim İlköğretim Okuluna öğretmen olarak atandım. Önce Atatürk İlköğretim Okuluna, sonda da tekrar Yavuz Selim İlköğretim Okuluna Müdür olarak atamam yapıldı. Bu okulda tam yirmi yıl sürecek olan yöneticiliğim başlamıştı. Okulun Brifing dosyasını hazırlamak için eski kütükleri, dosyaları, arşivden alıp incelerken sicil defterinde okulun ilk müdürünün fotoğrafını gördüm. Tanımıştım, ama babamı azarlayarak odasından bizi çıkarmasını elli altı yıl sonra dahi halen anlamış değilim.
13 Haziran 2020
Mehmet AKIN
Emekli Öğretmen