28
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
1854
Okunma


Kişilerin adlarının onlara bir enerji yüklediği söylemi yeni olsa da ‘ismiyle müsemma’ aynı kapıya çıkan çok eski bir söylem.
Yüksel de bunun ispatı gibiydi.
İşçi bir babayla ev hanımı bir annenin dört çocuğunun en küçüğüydü. İki abisi ve benim hâlâ çok yakından görüştüğüm bir ablası vardı. Orta halli ve örnek gösterilecek kadar huzurlu, mutlu evlerinin neşe kaynağı gibiydi.
Belki de o yılların şartları zorladığı için kısa yoldan meslek edinmesini ve ekmeğini eline almasını daha uygun buldular ve onu teknik meslek lisesine yazdırdılar. Üstelik evlerine de çok yakındı, yürüyerek gidip gelebiliyordu.
Lise mezuniyetinin ardından kendi alanında üst eğitimini de tamamladı ve kendi alanında teknik lise öğretmeni olarak Anadolu’ya rotasyon tayiniyle atanıp görevine başladı.
Güler yüzlü dünya tatlısı annesinin ikinci gurbetiydi o. En büyük abi de gurbete gitmişti. Cep telefonunun olmadığı o yıllarda dambıl gibi ahizesi olan telefonların çalması bekleniyordu. Sevecen Yüksel, sık sık arayarak ailesiyle hasret gideriyordu.
Bir seferinde aradığında onlara beklemedikleri bir şey söyledi. Okullara sık sık MEB tarafından gönderilen hizmet içi çalışmalara bu sefer yurt dışı bir duyuru eklenmişti. Japonya tarafından her ülkeye gönderilen çağrıda çıkarılacak yeni model bir araba üzerinde çalışmak için model bölümü öğretmenlerini ( her ülkeye belirlediği kontenjan kadar ) bir yıllığına ülkesine davet ediyordu. Her ülke başvuruların arasından sınavla belirlediği öğretmenlerden gidiş hakkı kazananlara orada maaş ödenecek, ülkelerindeki maaş da MEB tarafından hesaplarına yatırılmaya devam edecekti.
- “ Ne dersiniz, ben de başvurayım mı?” dedi.
Güzel yüzlü annesi, sevecen babası kazanacağını pek de ummadıkları için bu gurbeti hiç hesap etmediler:
- “Tabii oğlum, şansını bir dene.” dediler…
Bir süre sonra Yüksel’den haber geldi:
- “Sınavı kazananlar arasındayım, ben Japonya’ya gidiyorum.”
Buruk bir sevinç yaşandı ailede. Tüm hazırlıklar yapıldı, Yüksel yolcu edildi. Bir yıl boyunca orada hem İngilizcesini geliştirdi hem Japonca öğrendi hem de alanında kendini ispat etti. Bir yıl sonra yapılan elemede ikinci yıl kalmayı hak edenler arasında kaldı.
Ailesi çok şaşırdı, gelecek diye bekliyorlardı. MEB bu gelişmeyi çok olumlu sayarak bir yıl daha izin verdi, maaşının da hesabına yatırmaya devam etti. Bir yıl daha geçti telefonda hasret gidererek.
İkinci yıl bittiğinde Yüksel onlara daha çok şaşıracakları bir şey söyledi. Tekrar bir eleme yapılmış, kalan az sayıdaki kişi arasında kalmıştı. Fakat MEB üçüncü yıl izin vermediği için şimdi bir karar vermesi gerekiyordu.
Japon yetkililer onu bırakmak istemiyor, çok cazip teklifler sunuyorlardı, onun da aklı yatmıştı ama ailesinin fikri de önemliydi onun için.
Aile gerçekten çok şaşırdı, sonunda onun geleceğini duygusal bir kararla etkilemeye hakları olmadığını düşündüler ve
- “Bu senin hayatın, şartları sen biliyorsun, nasıl karar verirsen biz seni destekleriz oğlum.” dediler ve Yüksel’in öğretmenliği bitti, yeni başlangıçlar için o, Japonya’da kaldı.
Birkaç yıl sonra Yüksel’in düğün davetiyesi geldi, gelinin adını okumakta zorlanıyorduk çünkü gelin kızımız Japon’du!..
Düğün salonunun yarısı Japonlar yarısı bizdik. Saygı kültürü denince neden onların akla geldiğini bir kez daha anladım. Ev sahibi onlarmış gibi kalabalık gruplar halinde masalarımızı gezerek en azından beden dilleriyle kurdukları iletişimle bize getirdikleri manevi değeri büyük, çok zarif düşünülmüş hediyelerini özel saygı selamları eşliğinde verdiler.
Düğün bitti, hepsi Japonya’ya döndüler. Artık Japon bir gelinimiz vardı.
Birkaç yıl sonra Yüksel’in Türkiye’de üretime geçecek o marka için yapılan fabrikada müdürlerden biri olduğu haberi geldi. Yüksel’in gurbeti bitmiş, eşininki başlamıştı.
Cep telefonunun çok yeni olduğu o yıllarda gelirken en yeni model bir telefonuyla geleceğini umuyorlardı, çünkü burada cep telefonu sahibi olmak bir statü gibi olmuştu artık, oysa o hiç gerek duymamıştı. Nedenini sorduklarında:
- Benim masamda birçok telefonum var, evimde de bir tane var. Evimle işimin arası çok yakın. Eeee, ne gerek var, diyordu. Cep telefonunun sürekli hareket halinde işi olanlar için şart olduğunu söylüyordu.
Çocukluğunda da yetinme duygusu çok yüksek, çok ağırbaşlı, sorun yaratmadığı gibi her soruna gülümseyerek hemen çözüm üretmeye çalışan bir yapısı vardı. Hele son zamanlarda yaşadığı süreç sanki onun bu melekelerini katlamıştı.
Yıllarca bu fabrikada farklı kademelerde görev yaptı. Bu arada sık sık markanın uluslararası toplantılarına Türkiye temsilcisi olarak katılıyordu. Bazen bu gidişler uzunca süreler aldığı için orada da bir ev sahibi oldular.
Bir süre sonra markanın üst düzey yetkililerinden biri olarak görevlendirildi ve artık Avrupa’ya yerleştiler. Uzun yıllar Asya temsilcisi olarak yine ülkeleri dolaştı buna rağmen bir fırsat yaratıyordu. Gurbet yıllarında dolayı doyamadan kaybettiği babasının yokluğunu anasına sarılarak, onun gözünde hiç büyümediğini bilmenin duygu zenginliğini yaşayarak gidermeye çalışıyordu. Şimdi de gurbetti ama bir ayağı sanki hep buradaydı.
Bir seferinde ‘Kariyer Günleri’ etkinliği için onu okulumuza davet ettik, bizi kırmadı, neredeyse günübirlik Brüksel’den sunumunu yapmak için geldi.
Çok titiz hazırlanmıştı. Kısa pantolonuyla aramıza katıldığı fotoğraflarını da eklediği sunumunu hem kendini hem gençliğe örnek olabilecek yılların seyrini abartmadan, öğrencilerle sohbet eder gibi yapmıştı.
Bütün mütevaziliğiyle çocukluğunu ve şartlarını fotoğraflarla ve anılarıyla anlatmaya, bu yükselişin taşlarını oturtmaya başladı. Her seferinde de ‘şansım varmış’ diyerek başarısını övmektense gelinen noktayı sadece çalışmaya ve samimi insan ilişkilerine bağladı.
Koskoca bir salon onu ayakta alkışladı, dakikalarca… Tüm nezaketi ve hafif pembeleşmiş yanaklarıyla onu davet ettiğimiz için o bize çok teşekkür etti. Defalarca…
Artık emekli. Kendi gibi bir amaçla yurt dışında olan ama kalbi hâlâ vatanı için atanlarla buluştu, şimdi sanatsal çalışmalara ağırlık verdi, kısa metrajlı filmler de çekiyor, gazetelere köşe yazıları da yazıyor.
Hepsinde Yüksel’in ‘şahsına münhasır’ izini bulmak çok mümkün!...
Onun hayat hikayesi bana her zaman Einstein’in sözünü hatırlatır:
- “ Benim başarım yüzde doksan dokuz alın teri, yüzde bir ilhamdır.”
Yüksel’inki de öyle!..
02.05.2020 Serap IRKÖRÜCÜ
Yazımı ’Günün Yazısı’ taltifiyle değerlendiren Seçici Kurula ve yorumlarıyla- beğenileriyle yazıma katkı sağlayan tüm üyelere teşekkür ederim.
Saygılarımla, sevgilerimle...