12
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1082
Okunma

( Sevgili Deniz’in şiiri anılarımı tetikledi. )
Yirminci gündü, evdeki kalabalık azalacağına her gün biraz daha artıyordu sanki.
Gelenler uzun oturmaya gelmişler gibi saatlerce oturuyorlar, acısı olan bizler ayakta onların sorularına cevap yetiştirmeye çalışıyorduk.
Bu ortamda herkes babamın genç yaşta ölümüne değil, onsuz ne yapacağına, kendine ağlıyordu. Kırk dokuz yaşında aslan gibi, geçmişi sporcu olan, çevresinin vazgeçilmezi ne çabuk gündemden düşmüştü!.
O zaman kendilerine evlerinde ağlasalar da bizi acımızla baş başa bıraksalar olmaz mıydı?
……………………………
Kimseye bir şey söylemeden, sessizce çıktım evden. O gün üniversiteye kayıt hakkımın son günüydü. Puan kartımdaki upuzun liste ve kazandığım haklar, kimsenin aklına gelmemişti, bunları hatırlatmak da bu ağır ve acılı ortamda bana çok ayıp gelmişti.
Yürüme mesafesindeki Eğitim Enstitüsüne vardığımda yer gök öğrenciydi. O yıllarda hiçbir yer kazanamayanlar da ön kayıtla boş kalan kontenjanlar için Eğitim Enstitülerine başvurabiliyorlardı.
Yolda giderken hangi bölüme kaydolsam diye düşündüm. Puanım hepsine yetiyordu, çünkü tıbbı kazanmıştım ama babamın ölümüyle iki haftada tepetaklak olan maddi yapı, benim il dışına gitmemi olanaksız kılmıştı. Oysa yurt dışı çıkış puanını bile tutturmuştum ve Londra’da okumam için girişimler bile başlatılmıştı. Kararımı kimseyle konuşmamıştım çünkü ‘görünen köye kılavuz istemez.’ diye bilinir.
O yıllarsa FKB diye geçen bölümde kimyayla aram hiç iyi olmadı. Ezberleyerek yaptım ama sevemedim. Fizikten hiç soru kaçırmazken biyolojiden bir hatam vardı. Ama bölüm seçme şansım olmayınca kimya okumak ve okutmak istemediğim için kafamdan Fen bölümünü sildim.
Havuz ve yaş hesaplamaları bana hep birbirinin benzeri gibi gelen, bir şey katmayan ve hiç sevmediğim konulardı. Yıl boyunca da en çok onlar işlenirdi ya da sevmediğim için bana öyle gelirdi. Matematikte hem çok hızlı hem de çok başarılı olamama rağmen onu da kafamdan sildim.
İnanmadığım hiçbir şeyi yapamam ve söyleyemem ben. Bunları derste öğrencilere öğretirken düşündüm kendimi bir an, vazgeçmekle doğru yaptığıma karar verdim.
Bana geriye Türkçe bölümü kalmıştı, en kalabalık iki sıradan biriydi, diğeri de Sosyal’di.
Spor salonuna dört masa koymuşlar, önüne de bölümlerin adını yazmışlar, birer öğretim görevlisi oturmuş, gelenlerin puan kartlarının kaydını alıyor ve ön kayıt için liste oluşturuyordu.
Şimdiye kadar gelenlerin çoğunda sadece puanları yazdığı için otobüs bileti kadar bir puan kartı uzatıyorlardı ve işlem çok kısa sürüyordu. O yıllarda kazandığımız bütün yerler listede yazdığından bir hayli uzun bir puan kartım vardı.
Sıram gelince puan kartımı uzattım, hoca kafasını kaldırıp bana uzun uzun baktı. Birden beklenmedik bir şekilde elini hiddetle masaya vurdu ve ayağa kalkarak:
- “Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”.... dedi.
Sağ - sol olaylarının çok sık yaşandığı yıllar olduğu için polis ve asker hep okulun içindeydi. Salondaki askerler de silahlarının ateş edecekmiş gibi tutarak ve sürekli gezinerek asayişi sağlamaya çalışıyorlardı.
Olası gerginlik nedeniyle zaten ‘çıt’ çıkmazken bu tepki salonda büyüyerek yankılandı. Ben ne olduğumu şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. Bir anda etrafım silahlarını bana doğrultmuş askerlerle çevrildi.
- “Hocam, n’oldu?... Size ne dedi?... N’aptı size”…. diye art arda sorular yankılanıyordu.
Tepki veren Hoca da şaşkın bir yüz ifadesiyle bana tekrar döndüğünde ben sessizce ağlıyordum.
- “Kızım, sen şaşırdın mı?. Tıp puanıyla Eğitim Enstitüsüne ön kayıt yaptırıldığı nerde görülmüş?”... Sesinin tonu gittikçe sakinleşiyor, bana anlayışla bakmaya çalışıyordu.
Ağladığımı gören Hoca, tepkisinden pişman bir el hareketiyle yerinden kalktı, omuzuma kolunu doladı, beni salonun bir köşesine götürürken askerler eliyle ‘yok bir şey’ der dibi işaret etti. İşlemler durmuş, tüm salon bizi izliyordu.
Kolay kolay ağlayamayan ben, ağlamaktan konuşamıyordum. Şu yirmi güne aklımın ucundan bile geçmeyecek neler sığmıştı, artık yüreğim şişmişti.
Konuşabildiğim aralarda yaşananları kısaca anlattım, Hoca sözümü kesmeden ama gözümden içeri girecekmiş gibi dikkatle bakarak dinliyordu anlattıklarımı.
Ardından sürekli konuşarak bu puanın hak edeceği bölümlere yazılmam için beni ikna etmeye çalıştı. Fen ve Matematik bölümlerini öğrenciliğinin biraz zor olduğunu ama benim zorlanmayacağımı düşündüğünü, oysa Türkçe bölümünün öğrenciliğinin çok kolay, öğretmenliğinin çok zor olduğunu söyledi:
- “Okulun hamallığını yaparsın ömrün boyunca. Yazılı hazırlamanız ve okumanız çok üzün sürer. Okulun tüm etkinlikleri ve törenleri sizin sırtınıza yüklenir. Mecbur kalanlar bu bölümü seçerler ama gel seni sayısal bölümlerden birine yazalım.” diyordu.
Soluklandığım bir ara:
- “Siz hangi bölümde görevlisiniz?” dedim. Fen bölümünde olduğunu söyledi.
İlk tepkisin hırsını çıkarma şansımı yakalamış gibi tüm anlattıklarını yok saydım:
- “Ben Türkçe bölümüne kaydolmak istiyorum.”… dedim. Hoca da tepkimin nedenini anladı, özür diler gibi sırtımı birkaç kez sıvazladı, bana bakmadan masasına oturdu ve kaydımı yaptı.
O puanla ön kayıtlı bir okula hem de ikinci öğretime liste birincisi olarak başladım çünkü artık çalışarak okumak zorundaydım.
Babamın neden bizi yalnız bıraktığını yirminci gününde çocukça bir tepkiyle verdiğim kararla az çok anlamış oldum. Hayatla ilgili ilk dersimi yirminci günde almıştım.
Birkaç saat süren kayıt serüvenimi bitirip eve döndüğümde ‘yirminci gün konukları’ acılarını törpülemişler, sıradan konuları konuşup gülüşmeye bile başlamışlardı.
Kimseye yaşadıklarımı anlatmadım, yine sessizce taziyeleri kabul etmeye devam ettim.
Görünen oydu ki onların acısı bizden büyüktü!...
29.12 2019 Serap IRKÖRÜCÜ