15
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
1325
Okunma
‘KAFA’NIN NERESİNDEYİZ?
Öğrencilik yıllarımızda da ‘kafamız’la uğraşırlardı. Erkeklerin saçları kısacık tıraş edilmiş olacak, kızların ise ya saç boyu ‘kulak memesini’ geçmeyecek kadar kısa olacak ya da uzunsa ikiye ayrılıp en az üç kere örgü yapılacak!
Ortaokulu Bursa’nın güçlü bir lisesinde okudum. Okula girişte kızların ve erkeklerin giriş kapıları ayrıydı. Kızların saç ve etek boyu kontrolleri askeri bir disiplin içinde yapılırdı. Bayan idarecimiz, elinde makasla kapıda bekler, herkes tek sıra halinde ve yavaş yavaş geçerdi önünden, tüm detayları görmeye zamanı olsun diye.
Bir önceki dönemde ‘kulak memesi’ hizasındaki saçımı yaz tatilinde uzatmıştım. Eylülde ikiye ayırdığım saçımı sıkı sıkı ördüm, iki örgü olabildi! Siyah önlüğümüz ve kolalı yakalarımızla okula başladık o gün. İlk kontrolde idarecimiz beni de kenara ayırdı ve elindeki kocaman makasla saç örgümün birini kulağımın bittiği yerden kesiverdi!
Çok üzüldüm ve utandım. Kendimi çok büyük yanlış yapan biri gibi hissettim. Beni saçtan, kıldan, tüyden ibaret görmelerini o yaşta bile kaldıramadım. Koşa koşa önce evime gittim sonra da berbere.
O dönemde hiçbir öğretmenimiz, bize tiyatronun toplumsal eğitimde ve bilinçteki yerini anlatmadı, hangi kitapları okuduğumuzu sormadı, yaşanan toplumsal olaylarla ilgili bir tartışma yaratılıp fikirlerimizi dinlemedi. Yani ‘kafanın içi’ kimseyi ilgilendirmedi. Keskin, katı, sorgulanamayan kurallara uymamız istendi sadece. Kurallara aykırılık varsa bunun nedenleri de sorgulanmadı. Herkes bir kefeye kondu. Birey gibi değil, birileri gibi eğitildik!
Bu nedenle bizler, katı kuralların uygulandığı kuşaklarla özgürlüğe çağrışım yapmaya çalışanların ara kuşağı olduk. Harmanlamayı kendisini yetiştirmeye başaranlar yapabildiler, yapamayanlar ‘el pençe divan durmaya’ devam ettiler, ‘adamına ve yerine göre’ konuşmayı, davranmayı beceri sayarak ve bunun getirdiği nimetlerle övünmeyi de yaşam felsefesi olarak benimseyerek.
Yıllar sonra mesleğimi yaparken aynı ‘hataları’ yapmadım. Yıllar öncenin bu olumsuz izleri nedeniyle hiçbir idarecilik teklifini kabul etmedim. Bir öğretmenin kolluk kuvvet gibi kullanılırsa ‘eğitimci ve öğretici’ kimliğinden zamanla (istemeden de olsa ) fire vereceğini düşündüğüm için görev yaptığım hiçbir okulda üst baş aramalarına, çanta kontrollerine katılmadım.
Özgür eğitim, özgür bireylerle yapılır. Çocukların ve gençlerin dışıyla bu kadar uğraşılacağına içine dönülebilseydi, ruhuyla, beyniyle ilgilenilebilseydi bu değerleriyle önemsendiğini hisseden gençler de edindikleri değerlerini arttırmak için kurallarına kendiliğinden uymaya çalışacaklardı ya da bunun için çaba göstereceklerdi. Oysa çocuklardaki ilk algı bizlerin onlarda gördüğüyle ve ilk eleştirdiğiyle ‘dış görünüm’ oldu, onu ‘istendik hale getirmeye’ ya da kurallara uyarmış gibi yapmaya çalıştılar.
Eğitimin önce disiplinle ve bazı kurallara uyulmasıyla yapıbileceğini savunan biri olarak ‘önce ve sadece’ dışa yönelmenin içsel gelişimi ne kadar yok saydığını ve bunun ne yazık ki bilinçli yapıldığını da özellikle vurgulamak isterim. Bu, bir ‘toplum mühendisliği’ çalışmasıdır ve böylece toplumun ‘istendik’ şartlara yönlendirilirken olması istenen durumun hazırlanma amacına hizmet etmektedir.
Çocuklara, gençlere ‘-mış’ gibi yapmayı biz öğrettik!
Ailelerin sosyal yapısına göre bu ‘dış özen’ zamanla örtüye geçip ‘çağ atladı’! Gençler dış görünümleriyle bu toplumda yer edinebileceklerini çabuk öğrendiler. O kadar ‘olması gereken’ bir algı yaratıldı ki ‘örtünmek benim özgürlüğümdür’ pankartlarını erkekler hazırladı, kadınlar ellerinde taşıdı! ‘Benim örtünmemi neden bu kadar istiyorlar?’ diye hiçbiri kendine sormadı! İstenen de buydu zaten!
Toplum mühendisliğinin bir başarısıydı yaşananlar! Düşünmeyen, sorgulamayan, ‘duruma göre davranan’ tüketen ve bireyleri sadece dış görünüşüyle değerlendiren kuşaklar kitle halinde bu harekete destek verdiler. Bu kadar iç donanımı boş bırakılmış kuşaklar da ‘aldılar ele girdiler yola’!
Bu, Doğu kültürüne yatkın olduğunu anlatmaya çalışan grupların yanında Batı kültürüne yönelenler de benzer hataları yaptılar. Üretici ülkelerin ‘tüketim pazarı’ olduklarını göremeden kendilerine ‘dayatıldığını’ bile hissetmedikleri markaları kullanmanın ‘modernlik’ olduğu yanılgısıyla yaşamlarını yeniden düzenlerken bu ülkelerin kendilerini ne kadar ‘itelediğini, ötelediğini’ fark edemeden yaşamaya başladılar.
Taraflar, ait olmak istedikleri kültüre yatkınlıklarını dış görünümleriyle ‘ifrat’ düzeyine yaşıyorlar artık. Nasılsa ‘içini’ önemseyen, dış görünümleriyle yatkın oldukları değerlere ait bilgileri var mı, fikirleri nedir diye sorgulayan, değerlerini arttırmaya, ( varsa ) eksikliklerini tamamlamaya çalışan yok!
O nedenle herkes ait olmak istedikleri, ‘aitmiş’ algısı yaratmaya çalıştıkları gruplara yakınlıklarını sadece ‘dıştan’ benzemekle gerçekleştirebileceklerini çok çabuk öğrendiler.
FİKİR İSPATI bizim için sadece dışta!..
Şimdi artık her şey için geçmiş ola!..
‘Çağı yakalamayı’ dışta arayanlarla ‘içi boş – sorgulamayan – sadece dayatılanı kabullenen’ vasıfsız ve niteliksiz bir toplum yaratılması için yeterince çaba harcandı.
Sonuç, ortada!
22. 10.2016 Serap IRKÖRÜCÜ