3
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1224
Okunma

Ayten’le gizli gizli buluşmaya devam ediyorduk. Buluşmak bir kızı ilk öpmenin yeni kurulmuş ülkesiydi. Dudaklarımda gezintiye çıkmış esmer tatlar kolonisi kalıcı hazlar bırakıyor, şimdiki zaman en mutlu anlarını yaşıyordu. Aşk barbar bir imparatorluk gibi yayılıyor, fethettiği her toprağa hunharca bayrağını dikiyordu. Eski evlerin bittiği yerin az ilerisinde bir koruluk vardı. Kapkaranlık bir akşam orada buluştuk. Sanki öpüşmeyi dünyada ilk biz keşfetmişiz gibi birbirimizde asılı kaldık. İlk kez tattığım dokunuşların anlamlarını taşıyıcı işçiler bilinçaltıma öyle hızlı taşıyorlardı ki ömrümün son anına kadar orada kalacakları kesindi. Ama bir müddet sonra yine o mutsuz sorulardan biri benliğimin kapısını çalıyordu: Nereye gidiyorsun böyle, bu oyunlar cennetinde esmer cümlelerin bir gün biteceğini bile bile, nereye böyle çıplak hayatla?
Sonra “benden söylemesi” diyerek uzaklaşıp gidiyordu o mutsuz soru. Kaldığımız yerden devam ediyorduk. Yine o akşam, bir dut ağacının altında, yıllar sonra barış ilan etmiş iki halk gibi birbirimize sarılı haldeyken, yaklaşık on metre ilerimizde bir çıtırtı duyduk. Kurumuş ot ve çalılıkların üzerine basmış yaşlı bir çift ayaktı bu. Sesi duyuyorduk ama adamın kendisini göremiyorduk. Tedirgin olduk. Ses iyice yaklaştı ve karanlıkta bir siluetin bize doğru geldiğini gördük. İkimiz de korkmuştuk. Ne yapmamız gerektiğini bilememiştik. Çabuk karar vermemiz gerekiyordu. Ayten’in kulağına “hadi deyince ikimiz de fırlıyoruz ve ışıklara doğru hızla koşuyoruz, tamam mı!” dedim. Bu arada karaltı ile aramızda en fazla dört metre kalmıştı. Ama ne onun bizi ne de bizim onu yüzünden tanımamız mümkün değildi ayın firar etmiş olduğu bu gecede.
Öyle bir kaçışımız vardı ki olimpiyat çiftler dört yüz metre koşusu olsaydı kesin yeni bir dünya rekoruyla birinci olurduk. Koşarken üstümüzden düşürdüğümüz kelimeler umarım yakalandıktan sonra konuşup da bizi ele vermezler. Ayten’le el ele yaşamın en heyecanlı koşusuydu bu. Sanki bütün sevişme çığlıklarının toplamıydı, bütün ruhsatsız dokunuşların iktidarı devrimle ele geçirmesiydi. Ele geçirilen iktidarda eşitliği, adaleti ve huzuru sağladıktan sonra “iktidar” kavramının sonsuza dek sözlükten çıkarılma kararının verilmesiydi.
En yakın ışığa vardığımızda her ikimiz de kendi sokaklarımıza yönelmemiz gerektiğini anladık. Arkama baktığımda kimse yoktu. Son bir öpücük aldıktan sonra Ayten’e hemen evine gitmesini ve bu geceyi kazasız belasız atlattığımız için şükretmemiz gerektiğini söyledim. Sanırım adam da arkamızdan bir süre koştuktan sonra yorulup bıraktı. Eve geldiğimde annem ve babam bahçede oturuyorlardı. Kan ter içindeydim. Selam verdim, telaşımı gizleyerek içeri girip elimi yüzümü yıkadım. Ayten’in vücuduma sinen mis kokusunu toplayıp iç cebime koydum. İç cebim öyle mutlu oldu ki bana sessiz teşekkürler gönderdi. On beş yirmi dakika sonra birinin bahçe duvarının öbür tarafından babamlarla konuştuğunu gördüm. Pencereden baktım; Muaz Amcaydı. Nefes nefese kalmış, heyecanla bir şeyler anlatıyordu:
“İnsanlarda ahlak kalmamış, bir kız ile bir erkek gördüm deee oradaki ıssız korulukta, birbirine yapışmışlar zina yapıyorlardı, yaklaştım, görmek istedim kim bunlar diye, ama beni fark ettiklerinde kaçtılar, yüzlerini göremedim namussuzların” dedi Muaz Amca.
Babam:
“Senin ne işin vardı orada, sana mı düştü milleti röntgenlemek Muaz, ne istiyorsun insanlardan? Bu tür meraklar iyi değildir, belli ki senin de niyetin pek iyi değilmiş, yakalasan ne yapacaktın, dövecek miydin, adalete mi teslim edecektin? De git yürü işine gece gece.”
“Sana laf anlatanda kabahat” diye söylene söylene gitti Muaz Amca. İyi ki yakalanmamışız, yoksa bütün mahalle duyardı ve milletin diline düşerdik. Muaz Amca yüksek tirajlı popülist bir gazetenin genel yayın yönetmeni gibidir. Abartarak ve gerçekten uzaklaştırarak anlatmanın ustasıdır.