26
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
2493
Okunma

KANAT
Perdeyi başımızın üstünden aşırdık, sokağa bakıyoruz.
“Ne düşünüyorsun” diye soruyorum.
“Sence de yaz gecikmedi mi?” diyor.
Sokak dediğim iki sıra eski yapı. Arkası sarı bir düzlük. Ufka yakın bir yerde iki akasya var. Bu muhitin Tanrıya yakaran elleri onlar.
“Sadece yedi aydır sonbahardayız.” diyorum.
Parmağıyla bir şeyler çiziyor cama.
“Daha çürümedik” diyor. “Er ya da geç bulacaklar bizi.”
Birazdan hava kararacak. Kimselere görünmeden akasyalara gideceğiz.
O kuş yine aynı yere konuyor. Yuvarlak, siyah bir kuş. Sarı gözleri var. Pencereden uzaklaşıyoruz. Geri geri ve yavaşça. Kuş, ani hareketleri hiç sevmiyor.
Oturacağı sıra arkasını dönüyor bana. Ona fark ettirmeden sırtındaki yaraya bakıyorum. Her geçen gün daha da büyüyor oyuk. Yaradan sızan sarı sular beline doğru süzülüyor.
Karşılıklı oturuyoruz. İkimizin de elleri koynunda bağlı.
“Üstüne bir şeyler giymelisin artık” diyorum.
Ayaklarına bakıyor.
“Sence hangimiz için geldi” diye fısıldıyor.
Kuşun birimizi almak için geldiğinden emin. Rüyasında görmüş. Kuş, ikindi üzeri biz uyurken bacadan içeri girmiş. Evvela sofraya konmuş. Öğleden kalan kırıntıları yemiş. Masanın muşamba örtüsünü gagalamış. Tıkırtıya uyanmış bu.
Korkma, demek istiyorum. Fakat bunun bir anlamı olmayacağını biliyorum. İkimiz de çok korkuyoruz. Sol ayağının başparmağıyla sağ ayağının baş parmağındaki tırnağı yerinden oynatıyor. Tırnak düştü düşecek. Artık acı hissetmeyişine seviniyorum. İniltileri duyulmasın diye ağzına çarşaf tıkadığım günler geliyor aklıma. Bazen ellerini karyolaya bağlamak zorunda kalırdım. Kriz anlarında saçlarını yoluyordu. Hala sağ tarafın saçları çıkmadı. Avuç içi kadar bir boşluk var başında.
Tuvaletin suyu sürekli akıyor. Dün bütün gün musluğu tamir etmeye çalıştım. Bir ara başardım sandım. Fakat on dakika geçmeden su yeniden akmaya başladı. Üstelik paslı bir su. Bütün ev demir kokuyor şimdi. Su gibi bir şeyin tuvaletten geçip denizlere kavuştuğunu düşünmeden edemiyorum. Sonra o su buharlaşıp yağmur oluyor. Barajlara doluyor. Şebekeye karışıp musluğa geri dönüyor. Ne zaman su içecek olsam bardağın içinde yüzen en ufak zerreciği insan derisi gibi algılayıp kusuyorum.
Akşam karanlığıyla hava buz kesiyor. Zeloş titriyor oturduğu yerde. Onu battaniyeye sarma saati geldi. Nenemden kalma iki yün battaniyeyi ona ayırdım. Biri artık kullanılmayacakkadar irinlendiğinde, diğerini kullanıyoruz. Battaniye kurutmak bu evdeki en zor iş.
“Battaniyeyi ben alırım” deyip yerinden kalkıyor. Koltuğu kurumuş yara lekeleriyle dolu. Onu battaniyeye sarılı halde dışarı çıkarmak hiç kolay olmuyor. Herkesin evine çekildiği saati beklemek zorundayız. Sokaktan en son geçen yatsıyı okuyan cami imamıdır. Cemaati yok hocanın. Arkasından seğirten ihtiyarları beklemek mecburiyetinde kalmadığımız için şanslı bile sayılabiliriz. Hocadan sonra bizim akasyalar altına yolculuğumuz başlar.
Nenemin kullanmaya kıyamadığı aslanlı battaniyeye sarılmış vaziyette karşımda dikiliyor. Yüzünde aptal bir gülümseme.
“İçerideyken aklıma ne geldi biliyor musun?” diye soruyor. “Hani Roma mezarını eşmiştik de içinden iki yüz yıllık şarap şişesi çıkmıştı ya…”
“Ee!”
“Bizdeki talihe bak. Koca şehirde gittik şarapçının tekini bulduk.”
O zamanlar sırtında bu yara yoktu. Öleceğini biliyordu fakat yine de içimizdeki en neşeli kişi oydu. O gece mezardan çıkan şarabı da tek başına içti. Sabaha kadar ağladı. “Anne” dedi ağladı. Karışmadık. Biz ağlamayı unutmuştuk. Onun da birgün unutacağını biliyorduk.
Diğerleri birer gün arayla öldüler. Zeloş hayatında ilk defa ölü görüyordu. Sırtındaki yara ilk cenazeyi çukura koyarken çıktı. Bütün gece sırtını duvara sürte sürte kaşıdı. Sabah uyandığımda duvar kan içindeydi.
Yatsı ezanı az önce bitti. Perdenin arkasından hoca efendinin evine doğru seğirtişini seyrediyoruz.
“Çocukken imamların öpüşmediğine inanırdım” diyor gülerek.
“Belki gerçekten öpüşmüyorlardır” diyorum. “Hem sen çocukken bunu nasıl düşündün? Ben o yaşta televizyonun içinde insanlar var sanıyordum.”
“Ben de öyle sanıyordum. Babam televizyonu annemin başında kırana kadar.” İyice sarılıyor battaniyeye. “İçinden hiçbir şey çıkmadı.” diyor.
“Annen için üzgünüm.”
Karanlıkta gözlerini göremiyorum. Ama artık hiç ağlamıyor. Eskiden anne kelimesine bile dayanamazdı.
Dış kapıyı dikkatlice açıyoruz. Sokağın bütün ışıkları kapalı. Herkes Tanrı’nın yatın çağrısına uymuş. Yalnız bir kedi merdivenin dibinde sessizce oturuyor. Bizi görünce bile kalkmıyor yerinden. Üzerinden atlayıp geçiyoruz.
Bu gece çok soğuk. Ayaklarımız çıplak. Hiç ayak sesimiz yok. Böylece yollar bile bizi fark etmiyor.
“İstersen eve dönebilirsin” diyorum Zeloş’a. “Artık sadece ikimiz varız. Yapıp ettiklerimizi bildirmemiz gereken bir merkez yok.”
Durup yüzüme bakıyor. Gözüne dökülen kaküllerini geriye sıyırıp, bir adım daha yaklaşıyor bana.
“Biz bunca eziyete merkez için katlanmadık” diyor. “Bu gece öleceğim varsa da son işimizi bitirdiğimizi görmeden ölmemek için direneceğim.”
Onunla gurur duyuyordum. Sırtındaki yara sebebiyle en önce onu kaybedeceğimizi düşünürken, on altı işin tamamına katılmayı başarmıştı. On yedinci ve son iş tamamlandığında o belki de güneşi göremeyecekti ama bunu umursamıyordu.
Bize geldiğinde, çöp kutusunun kenarına bırakılmış bir çift merhum ayakkabısına benziyordu. Yaralı bakışları ürkekçe dolandı her birimizin yüzünde. Sıra bana geldiğinde hafifçe gülümsedi. Korku hala gözbebeklerindeydi. Fakat küçücük de olsa müteşekkir bir ışık da o korkunun hemen yanı başında tutunmuştu. Beni birine benzettiğini düşündüm. Belki annesine. İnsana daha yakın kimse gelmedi aklıma. Fakat çok geçmeden yanıldığımı anladım. Ürkekçe araladığı dudaklarından “Burnun tavuk gagasına benziyor” cümlesi çıkıverdi. Evvela ne dediğini anlamadım. Ona daha yakın duran kadınlardan biri “Tavuğa benziyormuşsun” diye tekrarladı. Herkes kahkahayla gülerken itiraf etmeliyim ki ben biraz bozulmuştum. Öteden beri sevemediğim burnumun bir tavuğun gagasına benzetileceği hiç aklıma gelmemişti. Kendimi hep padişahların burnu da böyle diye teselli ediyordum. Zeloş elimdeki bu biricik teselliyi paramparça etmişti. O günden sonra hiç yanımdan ayrılmadı. Bazen gönüllü bazen gönülsüz onu bir bohça gibi sırtımda taşıdım.
Küçük ve çelimsiz bir kızdı. Fakat o kadar hevesliydi ki kısa zamanda hepimizden daha soğuk kanlı bir katil oldu. Hiçbirimizin girmeye cesaret edemediği evlere girip çoğunlukla silah kullanmadan görevini tamamladı. Sadece tek bir işte ağladığını gördüm. Israrla sormamıza rağmen neden ağladığını hiçbir zaman öğrenemedik. İki gün hiç odasından çıkmadı. Üçüncü günün sabahında, sırtındaki yara daha da derinleşmiş bir vaziyette yanıma geldiğinde mavi gözlerinin içi gülüyordu.