6
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1414
Okunma
-Postacısı olmayan bir zamanda doğaçlama tutunuyoruz hahata-
’Çiçekler nasıl kendi rengini seçemiyorsa biz de
olmak zorunda bırakıldığımız şeyden sorumlu değiliz’.
diyor Stoker..
Böyle oldu işte, Ben Temmuz’a benzemeye uğraştıkça
özlemek, dokunmak, hissetmek ve duyumsamak sözcükleri
sıradan bir ayrıntıya dönüştü..
-Böyle kasvetli bir mevsim de, yaz bitip kış eşikten
içeri girmeyi bekliyorken, böyle fırtınalı bir Cumartesi de
kentin içinde ama kentten yıldızlar kadar uzaktaydım-
Sabahın erken saatleriydi..Ve güneş öylesine mahsun, öylesine
ışıltılı parıldıyordu ki utanır gibi. Mevsiminden önce yaprakları dökülmüş
bir kaç ağaçla doluydu kaldırım kenarları..
Az ileride, deniz kenarındaki bankın üzerinde halsizce oturan bir adam vardı,
elindeki bir şeyleri yavaş ve ürkek hareketlerle suya atıyordu..
Biraz ötede çocukların çığlık çığlığa oyun sesleri geliyordu..
Havalar daha kötü olmadan son oyunlarını oynar gibiydiler.
Tren istasyonu ile liman arasında yalnızca bir cadde mesafesinde..
Trene binmek üzere caddenin karşı tarafına geçiyorum fakat nedense etrafta
uğultulu bir umutsuzluk rüzgarı esiyordu..
Günortası göğü korkunç bir karanlık kaplamıştı..
Güneş bulutların arasında kaybolmuştu..
İnsanlar umutsuzca göğe bakıyorlardı..
İstedikleri, güneşlerinin geri dönmesiydi..
Bir grup insan neyi, neden, nasıl yaptıklarını bilmeden yollara düştüler.
Kaybolan güneşlerini, kaybolan umutlarını geri alacaklardı..
Bir adım, bir adım daha..
Attıkları son adımın bu olmadığını yeni adımlarınsa bitmeyeceğini biliyorlardı..
Ama yine de durdular hiç hareket etmeden, öylece durdular.
Kalplerindeki umut onları taşlaştırdı..
Ve gece tüm gizemiyle ayışığını doğrulttu kalplerine..
Öyle derinlere ulaştı ki, bedenleri artık onlarındı.
Ruhları ise gecenin..Ruhsuz bedenleri ile birlikte yola çıktılar.
Artık güneşi uyandırıp, umutlarıyla ruhlarını geri alacaktılar..
Bu tutku onları yakıp kavurdu..Sonuna kadar direndiler, aradılar, uğraştılar..
Gece, bu güce dayanamadı, ruhlarını geri verdi..Şimdi ruhları onlarındı.
Tek geriye kalan ise güneşi uyandırmaktı.
Çılgınca yanan ateşin etrafında toplandılar. Kalplerini ısıtıp umutla doldurdular..
Bu öyle bir güçtü ki, gökyüzünü ikiye böldü ve güneşi uyandırdılar.
Artık güneş uyanmıştı..Kalpler umutla bedenler ise ruhla birleşmişti..
(Yapamadıklarımız o kadar çok ki yapmak isteyipte yapamadıkça
gülünç duruma düştüğümüz..Ve daha fazla içimizi yakar sessizlik..
Hata ve bir defa olsun hata, cezalandırılmalıdır. Üstelik ağır olmalı cezan,
yoksa bilemezsin belkide susarak kaybettiklerinin dehşet güzelliklerini)..
Geçen Cumartesi Levent’te bir banka oturdum..
Geceydi, dalgındım..
Az ötede püsküllü elbisesiyle gitarını çalan bir güleçyüzlü
annemin sevdiği şarkıyı eşliksiz çalıyordu..
Nasıl eşliksiz çalınabilinirdi ki böylesi şarkı diye düşündüm.
Yanına oturdum. Başını hafifçe öne eğip gülümsedi..
Birden durup gitarı bana uzattı, şarkıya devam etmesini
sonrasında bende bir şeyler çalabileceğimi söyledim.
Öyle içten, öyle kırılgandı ki, konuşmamaya yeminli gibiydi.
Şarkı bitince ikimiz de kalakaldık..Birbirimize bakıyor
fakat hiç konuşmuyorduk..Bir süre sonra konuşmak için
girişimde bulundum..Hiçbir şekilde yanıt alamadım.
Bir türlü iletişim kuramıyorduk. Neden sonra aklıma
konuşama yetisinin olamayacağıı geldi..Bir kaç el hareketiyle iletişime
geçmeye çalıştım.Yine bir sonuç alamamıştım.
Anlaşılan konuşmamayı seçmişti.
Kağıt kalem çıkartıp yazmaya başladım.
Kağıda durmaksızın yazdım ve uzattım ona..
Uzun süre kağıda baktı. Kaç defa kalemi almak istedi,
vazgeçti..Gitarını bana uzatıp yazmaya başladı.
Yazdı konuştu..Yazdı konuştu..Gitarı çalmayıp ona versem susacaktı belkide.
Tellere yavaşça dokunup adeta konuşmasına fon yapıyordum..
Birden ayağağa kalktı ’Şehrin eteklerine tutunsam’ dedi
’Mavileşir mi sokaklar’ dedi..
Sözcükler bitmişti..O, bir karanlıktan başka bir karanlığa
doğru yol alırken üzerimde satlerce bir sözün
en naif, en çıldırasıya hasreti rengarenk çatılardan
süzüle süzüle doluyordu içime..Bulutlar yatağım
olacaktı o gece..Bir gün sonra yine rastlaşktık.
Ve diğer gün, sonraki günlerde de..
Fellin’i, ’İnsan bir seneryo hayatsa bitmeyen film’ derken Isherwood,
’Hayat bir kabaredir’ demişti..
İnsan bazen bir notaya ömrümü verebiliyor..
Hiç bir film avutamıyor seneryomu..Kadraja çoğu zaman
istemsiz repliklerimi serpiştiriyorum..
Her film karesi bizi bir birimize bağlıyor..1)-
-Sen bakma, her kent bir buluta şiir adar..
Ardımda bıraktığım şehirleri yakarak geldim..
En Güzel Repliğin Portresi-1)
Göz ardı etmemek gereken tutkular da vardı;
hayata renk ve estetik katan, onu güzelleştiren..
Aşk katan, kışkırtıcı ve baştan aşağı zerafet dolu..
Allende’nin pek güzel tanımlaması gibi
’Sezgilerin rehberliğine’ bırakmalıydı..
Pera’da yavaş yavaş el ayak çekiliyordu..
Lorca’nın kısa oyununu çözümleme çalışması
kitaplıktaki kadar sıcak ve içtendi..
İpini kaçırmış uçurtmalar vuruyordu pencereye..
Umutsuzluk paranteze alınmıştı..
Zarif ışıklar ve müziğin sesi dekorla birlikte
muhteşem bir bütünlük içinde içimize,
ta en derinimize felsefi anlamlar yüklüyordu..
’Uzun Yanılgılar’ henüz kadraja düşmüş;
O, kozasını ören bir ipek böceği gibi sabırlı,
içinde lavlar taşıyan yanardağlar gibi gerilimli kentler
yaşamın en onurlu, en erdemli, en sahici yanından tutkuyla
ve büyük bir aşkla bağlılığını savunalar diyaloglarını,
doğaya oradan yer yüzünün sokaklarına ulaştırıyorlardı..
Neydi hepimizin içinde az ve ya çok, küçük ve ya büyük,
ancak sanki mutlaka olması gerekirmiş gibi bir yer
eden sıcaklık duygusu..
Hayat bazen kısa olduğu kadar hiç bitmeyecekmiş
gibi gelmesinden miydi bu duygu..
Yoksa o kısalığı bilmemizden doğan endişeden mi
böyle dolu doluyduk..
Sanıyorum buna dair en güzel sözleri yine
en güzel tarifleyen karakterin repliğinden süzülen sözlerdi..
Yaşadığınız, izlediğiniz, yazdığınız, çektiğiniz şeylerin
kim bilir kaç kez daha tekrarlanır, damarlarınızda
ahenkle dolaşan kanın sıcaklığıyla duyumsayın
duygusal şöleninizi’..
’Ben Yine Oyum’ şiirindeki kadar dağlarında çiçek,
ormanında ağaç, bükümünde kavak’tı diyalogtaki söylencemiz..
Yine de, ’Belki de büyümeliydik’ diyen ve onu tersten kadraja alan
Krzysztof Kieslowski’nin ruh kırıkları idi bizi bize
bağlayan anlamın parçacıkları..
Bir çelişkiden doğuyor doğanın armonisi, toplumun gelişmesi..
Uyumsuzluk yaratıyor uyumu da sonunda..
Sanat, başlıbaşına bir büyük mızıklanma, sanatçılar en büyük
mızıkçılar derken Rengin Soysal, bilginlerle, düşünürlerle
beraber sanatçılardı asıl, uyumsuzluktaki uyumsuzluğu görenler..
Buna baş kaldıranlar ve fikirleriyle, ürettikleriyle, eserleriyle
hayatı dönüştürenler..
Başarımı, en iyi tavsiyeleri büyük bir saygıyla dinleyip
aksini yapmaya borçluyum diyen G Cesterton gibi
bazen hayat zehrediyor bize ömrü, bazen de
kendi kendimize zehrediyoruz..
Şüphesiz kader denen safsatanın ardına sığınmadan,
farkındalık, nitelikli olmakla birlikte beğenilmek
duygusu kolaylaştıracağına zorlaştırıyor bazı şeyleri..
Tuhaftır ki, zekanın yeteneğin, güzelliğin, duyarlılığın
dahil olduğu kahredici olaylar silsilesi daha fazla oluyor..
Marco Bechis özgür kişiliğiyle ne trajik yaşamından
ne trajik sonundan kaçmadı, akisen savaştı, üretti,
filme aktardı..
Duygulara kapılmak ya da büs bütün akılcı davranmak,
ihtiraslardan sıyrılmak ve ya tutkularına teslim olmak
çare değil insana..
.....
Şiir insan ruhundaki çatlağın yansıması diyor C Oğuz,
film ise o çatlağa akan gürül gürül bir nehir ise
hangi filmin karelerine bölebilirsin ki Özgürlüğe tutkulu
insanların düşlerini..
Temmuz-Ağustos-Eylül-Cumartesi..